Gece inen sağanaktan kalma ıslak toprak kokusunu içime çekiyorum. Perde aralığından sincice odama süzülen hüzünlü, alacalı karanlığın rehaveti üzerimde. Yataktan kalkmanın zor olduğu anlardan, gün doğumuna çeyrek var. Bugün de şöyle olsa mesela; yorganı kafama çeksem üzerine sinen mis gibi sabun kokusunu ciğerlerime, ellerim minibüsün soğuk demirini kavramak yerine ince beline sarılsa, yüzümü başını dalgalandıran saçlarına gömüp tatlı rüyalara dalsam. Aklıma soğuk yurt gecelerinin sabahında derse gitmemek için kıvrandığım zamanlar geliyor. Nasıl da bin tane bahaneyi bir an da sıralardım. O kıvrak zekayı derslerde de gösterseydim şimdiye alim olmuştum ya neyse. Ayağımın dibinde kıvrılmış yatan Sarışın’ın tembel gerinişini taklit ediyorum. En iyi senin işin kızım, karnın tok, gün boyu sıcacık sobanın yanına kıvrılıp yat, üstelik senden iş bekleyen de yok daha ne istenir ki bu hayattan. Sarışın’ın savsak mırıldanışı kulağıma “AŞK” demiş gibi geliyor. Tabi ya işin içinde aşk varsa o başka o zaman benim gibi kar, kış, kıyamet demeden düşersin yollara.
Sabah sersemliğimi, kızarmış ekmeğin kıtırlı kokusu alıp götürüyor. Ağızımda sobada demlenmiş çayın kekremsi tadı… Birazdan is kokan, mavi çizgili memur gömleğimi sırtıma geçirip evden çıkacağım, elimde bir tuhaf tencere içinde kat kat öğle yemeğim. Gideceğim yere değil de yolda geçireceğim zamana doğru koşuyorum. Yani iki durak arası gözlerinin yeşili içindeki sarı noktalara tutunmaya nefes almaya geliyorum.
Nihayet, tek katlı, üç göz odalı sıcak yuvamı Sarışın’a emanet edip evden çıkıyorum. Ben gelene kadar soba başı onun sonrası kim kaparsa artık. Dışarısı buz gibi. Sabah ayazında tepenin üzerine sıralanmış evlerin kapıları bir bir açılıyor. Önümde uzanan yol, ağızlarından çıkan dumanların eşliğinde yürüyen insanlarla dolu. Ellerinde kat kat öğle yemekleri. Az da değiliz hani, bir araya gelsek… Gülüyorum içimde uyanan isyankâr düşlere. O düşleri bir kenara bırakalı öyle uzun zaman oldu ki. Kafamda sisli düşünceler ve yağmur eşliğinde bata çıka balçık yolu geçiyorum. Üzeyir tepesinden aşağıya salınan dere yine taşmış. Bir kışta beş bilemedin altı kere taşar ama bu kış başka bu kış gökyüzünün hiddeti bir türlü durulmadı. Yakın zamanda durulacağa da benzemiyor. Bahara daha çok var. Gocuğuma sarılıp havaya üflediğim buharla eğlenerek adımlarımı sıklaştırıyorum. Evlerinin kuytularına gizlenip gecikmiş baharı bekleyenler düşünsün, benim içim şenliklerle, tomurcuklanmış bahar dalları ile dolu.
Gökyüzünden yere inen bulutlar, sağa sola kıvrılarak medeniyete doğru inen yolun çirkinliğini örtemiyor. Sarı, yapışkan bir çamur kâh çukurlarda kâh arabaların tekerleklerinde yuvarlanarak bizi boğmaya çalışıyor. Eninde sonunda bulaşacak bugün değilse de yarın. Yolu düzleyince ayağımdaki poşetleri fırlatıyorum. Kara poşetler yelken açıp savrularak kendilerine konacak bir yer arıyorlar. Yer gök rengârenk ölü poşetlerle dolu poşet mezarlığı. Aklıma o ünlü korku filmi geliyor, hani şu ölen çocuğunu hayvan mezarlığına gömen ailenin korkunç sonunu anlatan film. Bir an içim ürperiyor. Boynumdan aşağıya bir ürperti bütün bedenimi sarıp beni toprağın derinliklerine doğru çekiyor. Neyse ki bizim mezarlık zararsız. Kış boyunca oraya buraya takılan poşetler yaza doğru toplanacaklar. Uzun, zayıf yüzlü bir belediye işçisi ucuna sivri bir demir takılmış sopası ile sabırla tek tek toplayacak ölü poşetleri. Belki bu yılki işçi şişman olur kim bilir? Sanmam, tüm uğraşlarıma rağmen gözümün önüne o şişman işçi bir türlü gelmiyor. Zayıf olanda karar kılıyorum. Poşetlerden bazıları çamurların arasında boğulmaktansa uçurumun kenarını mesken tutan çalılara doğru uçacak. En çok da bizim evin arkasındaki çalılara, çalıların dikenlerine takılıp bedenlerinde açılan yaralara rağmen özgürlüğün tadına varacaklar. Ta ki şiddetli bir rüzgâr onları alıp başka yerlere savurana kadar. Olsun sivri bir demirin ucunda şehir çöplüğünü boylamaktan iyidir. Yaz boyu karşı tepeden esen meltemle salın dur çalılarda. Hey ÖZGÜRLÜK!
Rüzgârda dalgalanan, rengârenk poşetlerin görüntüsü bizim köyün gelin kınalarını düşürüyor aklıma. Alı, akı, pullusu pulsuzu, dalga dalga salınan yemeniler. Üç gün üç gece düğün öncesi kız kınası. Kına erkek kısmına yasak, yemişiz yasağını. Avlunun etrafındaki damlara kuş misali tünedik mi tüm yemeniler önümüze serilirdi. Görür de görmezler, bilir de bilmezler damlarda tüneyenleri. Boşuna mı kıkırdayarak dalgalanırdı gonca gonca açardı yemeniler. Gocuğuma iyice sarınarak kendi gelinimi düşünüyorum. Narin bedenini, yanımda dikilirken içime çektiğim gül kokusunu. Aklım iyice dağılıyor.
Poşetti, kınaydı, yemeniydi derken yolu yarılıyorum. Şu yükseltinin dibi asfalt az ötesi merkeze giden cadde. Soğuk hava burnumun direğinde sızım sızım, canım nasıl da sigara çekiyor. Bir sigara tellendirsem yarısını ben içsem yarısını rüzgâr eh kalanı da çiseleyen yağmur götürür artık. Dayan be oğlum durağa az kaldı. Minibüsün gelmesine çeyrek dakika var. O arada iki fırt çekersin artık. Dikkat et kalabalık olana binme yoksa sonraki durakta yan yana gelemezsin. Hele bir de dolu minibüse binemezse işte o zaman yandın. Bir sonraki durakta inip bekleyeceksin başka çaresi yok. O da biliyor, minibüste olmazsam durakta olacağımı, adı gibi biliyor. Geçen gün kalabalıkta etrafa bakınırken yakaladım. Göz göze geldik. Başını hemen çevirdi ama yanakları al al oldu. Adı Ayla, birlikte yolculuk ettiği kız arkadaşı seslenirken duydum. Ayla; ayın halesi gece gibi gündüzümü aydınlatanım. Uzun kirpiklerinin örttüğü yeşil gözleri ile karşılaşalı tam dört ay oldu. Dört aydır bana uykudan uyanmakta şu çamurlu yolu aşmak da koymadı. İşi olmayan işçiyim yolunda. Şairin dediği gibi “Bu şehir güzelse senin yüzünden”
Aşk, sen ne güzel şeysin. Yüreğimi tuttuğun andan beri sana muhtaç yaşıyorum. Sanki olmasan nefes alamayacağım. Ne yerdeyim ne gökte bir garip araftayım. İçimde kelebeler uçuşuyor, şiir okumak istiyorum. Aslında o şiiri yazmak istiyorum. Aklıma Cemal Süreyya’nın ‘Üvercinka’sı geliyor.
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardığı diye güzel
Ben öylece şiir tutturmuş yürürken, uzaktan gelen minibüsü son anda görüyorum. Nefesim yettiği kadar koşuyorum. Mavi minibüs havalı kornasını çala çala önümden geçip gidiyor. Hay aksi! Aklı bir karış havada yeni yetme oğlanlar gibiyim. İkincisi bir hayli gecikiyor. Yağmur iyice bastırıyor, yol boyu tek tük düşen damlalar şimdi neredeyse sağanağa dönüştü. Baştan aşağı sırılsıklamım. Ne sigara kalıyor aklımda ne işe yetişmek. Olduğum yerde zıplıyorum. Durak bir iki derken insan doluyor. İkinci minibüs ağzına kadar dolu, zaman daralıyor. Bugün göremezsem araya hafta tatili girecek, bütün telaşım ondan. Dur oğlum belki o da binememiştir. Bir sonraki durağın derme çatma çatısı altında beni beklediğini hayal ediyorum. İçime bir sıcaklık yayılıyor. Üç, dört derken yok minibüslere binmek imkânsız. Bugün bana işe gitmek de onu görmek de haram. Rüzgâr, yağmur derken ortaklık iyice karışıyor. Sağa sola koşuşanlar, durak saçağının altına sığınmaya çalışanlar. Yağmurdan göz gözü görmüyor. Kalabalığı yarıp birisinin yanıma sokulduğunu hissediyorum. Bu koku öyle tanıdık ki. Yok oğlum ne işi var burada. Elindeki şemsiyeyi başıma tutup, Islanacaksın, diyor. Sesi öyle tatlı öyle nağmeli. Donup sadece bakıyorum. Ağzım, dilim lal. Yüzü ay gibi. Gelmeyince merak ettim, diyor. Gülümsemesi bulut gibi. Sonra yola doğru dönüp yanımda dikiliyor. Dünyanın en doğal şeyini yapar gibi. Haydi oğlum, diyorum sıra sende. Tüm cesaretimi toplayıp elinden tutuyorum.