Annesi, belindeki ipe iki düğüm atardı. Akşamdan akşama çişini yapardı herhalde. Çözülmez gibi sıkı sıkı bağlı dururdu. Yeşil bez pantolonu, bacak arasından iyice sarkmıştı. Bizimkiler öyle değildi. Elleri büyük, kolları uzunca, başı kocamandı. Bunca irilik arasında gövdesi tahta çubuk gibi durur, bizim okul kitaplarındaki korkulukları andırırdı. Ama yok, sevimli değildi kitaplardaki gibi. Okula da gelmezdi. Kardeşine sormuştuk, ‘onun aklı yetmez,’ demişti. Kıskanırdık, ödev yok, ders yok.
Sokağın başında, teneke, içi beton bir oturağımız vardı. Ortasından yukarı bir demir parçası uzanırdı. Sonraları onun oldu orası. ‘Hasan nerede,’ dedin miydi, önce oraya bakılırdı. Soranı olmazdı gerçi, yine de bilinirdi işte yeri.
Babası çok önce ölmüş. Hasta adammış zaten. Sonra annesi başka bir adamla evlenmiş de kardeşi Hüseyin doğmuş. Annem dedi ki onlar yine de kardeşmişler. O adam da çok durmamış, Hüseyin yaşını almadan mahalleden gitmiş. Anneleri deli gibi olmuş sonraları, Hasan’ı da küçükken düşürmüş de, ondan böyle olmuş Hasan, Hüseyin’i Allah korumuş. Öyle anlatırdı annem komşularına.
Hüseyin, Hasan’ı sevmezdi, ‘babam senin yüzünden gitti,’ derdi. Allah var Hasan’ın cevap verdiğini hiç görmedim. Kimselere bulaştığını da görmedik ama birimizin burnu kanasın, sokak kedisinin kuyruğu kesilsin, arabanın lastiği patlasın, hep bunları Hasan yapardı. Bir kere düşmüştüm de dizim kanamıştı. Annem sordu, dayanamadım, ‘Hasan itti,’ dedim. Demese miydim? Her şeyi yapardı Hasan, bunu niye yapmış olmasındı.
Annemler, bazı günler evde toplanırlardı. Okul çıkışı, kimin evinde olduklarını bilir, koşa koşa oraya gider, mahalle dedikodusu arasında yenilecek ne varsa ağzımıza tıkar, yine kendimizi sokağa atardık. İki büyük taş arasında, kalemizi hep ben korurdum. Hasan az ötede olurdu. Göz ucuyla kontrol ederdim. Annem, annesine şikâyete gitti diye bana küskün sanırdım. Gelip beni dövecek sanırdım. Yapmadı ya hiç.
Halime abla, ortanca oğlu ötelerde büyük okullardan kazandı diye şeker dağıttığında, aramı düzelteyim diye gittim, iki şeker de Hasan’a verdim. Sevindi. Gülerken ağzının içini baktım, kapkaranlıktı. Dişi yokmuş, gördüm. Kel başı, dişsiz ağzı… Dedeme benzettiğimden mi bilmem, o günden sonra hürmet duyar oldum.
Dondurmacı Süleyman abi, her akşam, bisikletli arabasıyla bağıra bağıra turlardı. Öğretmen, ileride ne olacaksınız, diye sorduğunda içimden ‘Dondurmacı Süleyman,’ dediğim çok olmuştur. Hem bisikletim olacaktı, hem arabam, dondurmam da var. Öğretmenimize, ‘doktor olacağım,’ derdim. Kimse bilsin istemezdim. Kısa beyaz perdeleri vardı arabasının, yanaşınca vantilatör döner gibi serin serin olurduk. Bir limonlu dondurma yapardı, iki gofret arasına yuvarlar, hiç kırmadan ne güzel hazırlardı.
O gün yine arabanın etrafındaydık. Hasan tenekesinde, bizimle ilgisizdi. Süleyman Abi, elindeki plastik kaba dondurma koydu. Parmaklıklı camından uzanmış bekleyen, bir yandan da ‘acele et azıcık Sülo,’ diye söylenen Melek Teyzeye götürdü. En çok sözü geçenimiz Murat, boyu uzundu çünkü ‘bakın ne yapıyorum şimdi,’ dedi. Oturduğu tekerin altından bir şeyleri kendine doğru çekti. Gülüştük. Ne olduğunu bilmiyorduk ama Murat ne yaparsa yapsın gülünürdü işte. Ertesi akşam Süleyman Abi, Hasan’a meydan dayağı çekti. Bütün dondurması erimiş. Hasan yapmış yine. Okul çantam ağırlaştı. Hepimiz öylece izledik. Kimsenin ağzını bıçak açmadı. Boğazıma bir şeyler geldi geldi, gitti. Dizim sızladı da sustum. Annesi geldiğinde, burnundan kan boşalıyordu Hasan’ın. ‘Benim bütün dondurmayı eritmiş yenge,’ dedi Süleyman Abi. ‘Kusura bakma Süleyman, aklı eksik işte,’ dedi, omuzundan tuttu, kaldırdı, ensesine bir yumruk indirdi annesi.
O gece ateşlendim. Doktor geldi eve. ‘Dondurmadan,’ dedi. Üşütmüşüm.
Ertesi haftalar göremedim Hasan’ı. Annemlerin toplandıkları gün duydum. Arka mahalle çocukları, Hasan’ın gözünü oymuş. Annesi hastaneye göndermemiş. Evde dağlamışlar. Annemin dizine sarıldım. Kulağına ‘iyi olmuş mu Hasan,’ dedim. Demedi bir şey.
Yaz tatiline kadar ortalık duruldu. Teneke tabure boş boş durdu öyle. Tatil zamanı çıktı ortalara Hasan. Annesi gözüne bez bağlamış. ‘Haydut Hasan,’ dedi birileri. Öyle de kaldı adı. Bizimkilerden bir kaçı gözünü açıp bakmış. Ben cesaret edemedim. Çukur gibi, dediler. Yanak, alın, avuç içi gibiymiş. Dümdüzmüş. İnsanın gözü nasıl düz olur.
Okul dönüşü tenekede oturuyordu yine. Gidip yanına bakayım dedim. Yanaştım. Avucunu açtı hemen. Şeker bekledi belli ki. Yine güldü, sevindi. Ağzı o kadar açılınca, bezi azıcık kayar gibi oldu. Korktum. Koşa koşa eve kaçtım.
O yıl büyük ablamın yanına şehire yolladılar beni. Okula orada devam ettim. Yazın döndüm annemlerin yanına. Sen epey şehirli olmuşsun dediler. Öyle olmuştum demek ki. Halim, tavrım değişmiş.
Sokağı şöyle bir kolaçan ettim. Ayakkabılarımı, üstümdeki penyemi görsünler istedim. Tenekeyi kaldırmışlar. Bizim çocukları göremedim. Süleyman Abi kendi dükkânını açmış. Şimdi ayağına gidiyormuş dondurma isteyen. Şehirde de öyleydi. Murat filan hep sormuşlar da beni başlarda, sonradan bir şey dememişler.
Annemle sofrayı toplarken ‘Haydut Hasan vardı, ne oldu ona,’ dedim. ‘Tek gözlü Hasan mı, o adam öldürmüş, baya kafasında sopa parçalamış birinin, çocuk hapishanesine attılardı,’ dedi. ‘Eee,’ dedim. Dizim sızladı yine. ‘Sonrası bir aya haberi gelmiş. Zatürreeden öldü demişler,’