https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

‘’Zihninizde belirecek bir imge, hayallerinize kucak açabilir.’’  Bu sözler, ‘’Dünya Öykü Günü’’nün temellerini atan yazar Özcan Karabulut’a ait. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hızla kapatılan birçok kurum ve kuruluşun yanında ODTÜ Edebiyat Kulübü de vardı. 1979 ve 1982 Yılları arasında, bu kulübün başkanlığını yapan yazarın, hayallerine kucak açan, 1996 yılında çıkarmaya başladığı ‘’Düşler Öyküler Dergisi’’ oldu. 1997 yılında bu dergi aracılığı ile  ‘’Ankara Öykü Günleri’’ni başlatan Özcan Karabulut ile aynı hayallerin peşinde koşan yol arkadaşları, 2003 yılında P.E.N Dünya Kongresine götürdükleri teklifin onaylanması ile ‘’Dünya Öykü Günü’’ nü başlattılar. O tarihten itibaren, her yıl 14.Şubat günü bir araya gelen öykücüler ve öykü okurları, ‘’Dünya Öykü Günü’’nü çeşitli etkinliklerle kutlamaktadırlar.

Bu yıl pandemi nedeniyle yüz yüze olamasa bile çevrimiçi etkinliklerle yazarlar ve okurlar yine bir araya gelebilecekler. Her yıl öykü günü vesilesi ile yayınlanan ‘’Dünya Öykü Günü’’ bildirisini bu yıl Mevsim Yenice, Şengül Can, Burçin Tetik, Gamze Arslan ve Eylem Ata Güleç, eşit bir dünyada üretebilmek ümidiyle kaleme aldılar.

Peki, Özcan Karabulut’a düşler kurduran, her yıl adına günler düzenlenen edebiyatın bilge çocuğu öykü neden edebiyatta bu kadar önemli bir yere sahip ve neden öykü okumak ve öykü yazmak bir tutku?

Sait Faik ‘’Yazmasam deli olacaktım,’’ der ‘’Haritada Bir Nokta’’ adlı öyküsünde ve gördüğü haksızlık karşısında delirmemek için yazar. Şehrazat ise 1001 gece boyunca ölmemek için öyküler anlatır tüm kadınları düşman bilen Şehriyar’a. Derdi olmayanın aklına gelmez yazmak ama derdi olanında aklından çıkmaz.

Öykünün en karakteristik özelliği az konuşmasıdır. Lafı uzatmaz, allayıp pullamaz. Tek bir sözcüğünü çıkardığımızda anlamını yitirir. Kendine güveni tamdır öykünün. Bilgedir ama bilgiye boğmaz okurunu, emir cümleleri kurmaz, temkinlidir, nerede duracağını bilir. Çok az kelimeye çok anlam sığdırır. Fırtınadır. Öncesi ve sonrası vardır. Öykü yazarı anlar, hisseder fırtınanın yolda olduğunu. Sessizliğin yavaş yavaş fırtınaya dönüşeceğini. Bazen cehennem nişanında yüzen bir sinağrit balığı, bazen küçük bir parasız yatılı öğrencisi, bazen bir akıl hastanesinin altıncı koğuşu, bazen de bir paltodur fırtınanın habercisi. Öykü ayrıntıdır. Bu nedenle öykü okuyucusu özeldir. İyi bir öykü okuyucusu bütünün içine gizlenmiş ayrıntıları gözlemleyebilen, aralara serpiştirilmiş sembolleri bulup çıkarabilendir.

Peki; edebiyatın kendi küçük aklı büyük çocuğu olan öykü edebiyat dünyasındaki yerini nasıl aldı? Bilinen ilk öyküler, 1349-1353 Giovanni Boccaccio tarafından yazılan ve on gün boyunca anlatılan yüz öyküden oluşan Decameron adlı eserdir. Öykünün tarihinden söz ederken, Gabriel Garcia Marquez’in, Umberto Eco’nun, Voltaire’in ve Borges’in de etkilendiği 1001 gece masallarını unutmamak gerekir. Öyküyü teorik anlamda ilk inceleyen kişi ise Edgar Allan Poe’dur. Poe öykü kuramını, Poe manifestosu adıyla anılan dört başlıkta toplamıştır. Buna göre öykü;

1) Okuyucunun kafasında “Tek bir etki” yaratacak bir biçimde planlanacak,

2) Bu “tek bir etki” nin okuyucuda yaratacağı dramatik coşkunun ahlaken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için öykü bir oturuşta okuyup bitirilebilecek kısalıkta olacak,

3) Yazar olayları, karakterleri ve durumları “tek bir etki” etrafında kurgulayacak,

4) “Tek bir etki” nin yaratılması sürecinde yazar şiirsel bir dil kullanacak; yani öyküden tek bir cümle çıkarıldığında bile öykünün gücünden bir şeyler kaybettiği yoğun bir dil kullanacaktır.*

Öykünün tarihsel yolculuğunda gezinmeye devam edersek, serim, düğüm, çözüm bölümlerinden ve şaşırtıcı sonlardan oluşan olay öyküleriyle Maupassant ve Poe’ nun öykü tanımının sınırlarını gevşeten ve ‘’anlatma göster’’ diyen durum öyküleriyle Anton Çehov öykü tarihlerindeki yerlerini almışlardır. Dünyanın en büyük öykü ustalarından biri olan Çehov, fikirlerini anlatarak değil, susarak, düşüncelerini yarıda keserek veya satırlar arasına gizleyerek okuyucuya sunmuştur.

Öykünün ülkemizdeki tarihsel yolculuğu ise 1870 yılında Ahmet Mithat Efendi’ nin Letaif-i Rivayat eseri ile başlamış ve 1892 yılında Sami Paşazade Sezai’ nin batılı anlamda yazdığı ilk hikâye denemesi Küçük Şeyler ile devam etmiştir. Edebiyatın en önemli özelliklerinden biridir zamanın ruhunu yansıtması. Bu nedenle de son yıllarda öykü de çağa ayak uydurmuş, hızlanmış, sözcük sayısını azaltmış, daha az konuşur olmuştur. Karakter tahlillerinden vazgeçilen, zaman ve mekân kavramlarının önemini yitirdiği bir öykü türüyle ‘’Mikro öykü’’ ile tanışmıştır okur. Belki de mikro öyküyü en iyi anlatan örnek, Ernest Hemingway’ in altı kelimeden oluşan öyküsüdür. ‘’ Satılık. Bebek patikleri. Hiç giyilmemiş.’’

Öykü gören gözdür. En iyi gördüğü ise karanlıklardır. Burası karanlık der sana. Bak burası karanlık. Aydınlatman gereken yerleri gösterir. Ama nasıl aydınlatacağına karışmaz. İnsan içindir öykü. Özü insandır. İnsana insanı anlatır. Sait Faik boşuna dememiştir. ‘’Bir insanı sevmekle başlar her şey ‘’ diye. Okur elbette Sait’ in gösterdiği sevgisizlik karanlığını görür. Görür ve bilir, öykü umuttur, umut devrimdir.

Yararlanılan Kaynaklar:

*ADAM ÖYKÜ DERGİSİNDEKİ ÖYKÜ TEORİSİ İLE İLGİLİ YAZILARIN İNCELENMESİ. Sezer Hakverdi (Yüksek Lisans Tezi) Eskişehir, 2014