https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Kadıköy’de Bahariye Caddesi’nde güneşe teslim olan bir hafta sonu geçmekteydi. Sonbahar sabahın ayazından sonra sıcağı kucaklamıştı öğle vakti. Moda’daki çay bahçesinde bira içmek için fazladan parası bile yokken Süreyya Operası’nın karşısında keman çalan küçük kıza birkaç lira bıraktı. Balık ekmek yemeğe karar verince balık pazarına doğru çevirdi rotayı Ahmet. Kılıç, palamut, istavrit, kırlangıç ve sardalyeyle kuyumcu vitrini gibi pırıl pırıldı pazar tezgâhları. Şimdi güveçte tereyağlı karides yiyecek kadar dolgun bir maaşı olabilirdi cebinde. O yine balık ekmeğin kokusuna tav oluverirdi.

Karnını bir güzel doyurduktan sonra kiliselere de bu kadar yaklaşmışken aylardır süren işsizliğine bir çare olsun diye “Bir dilek tutayım!” dedi. Şimdi hacı torunu olan arkadaşları yanında olsa ne kadar ters gelirdi onlara kiliseye gitmek. Bir dilek için mum dikmezlerdi ama hacı dedelerinden aldıkları harçlıkları iddiaya yatırmaları da yadırganmazdı.

Ayia Efimia Rum Ortodoks Kilisesi’ne girmek için müsaade istedi. Mesih’in doğudan geleceğine inanılırmış. Kiliseler hep doğuya bakarmış. Hep doğuda yaratılan karışıklıkların, savaşların bitmesi için illa ki bir Mesih mi gelmeliydi diye geçirdi aklından Ahmet. Diğer kiliselere göre görünüşte fakirdi. Dua ve dileklere açık olduğu kadar da zengin bir kiliseydi. İnsanı dış dünyadan ayıran yüksek duvarları onu yaratıcısıyla baş başa bırakıyordu. İçeriye girmek için mezar taşlarının konulduğu avluyu geçti. Ortadaki yüksek kubbenin altındaydı nihayet dilleri, renkleri, inançları fark etmeksizin aynı gökyüzü altındaki onca insan gibi. Bir süre duvarlardaki freskolarda gezinirken kubbedeki İsa’nınkilerle çarpıştı bakışları. Bir tane mum aldı bir dilek için. Dileği kabul olunca gerisi gelecekti zaten. Tam huşu içerisinde gözlerini kapatmış dua ederken mumların arasından gelen ani bir patırtıyla irkildi. Kuş tüylerinden yapılan kanatları hızla tutuşmuş kocaman bir melek figürüydü orta yere düşüveren. Ahmet de dikilmiş mumlardan biri gibi öylece kalakalmıştı. Yere düşerken kanatları sönmüş kurtulmuştu. Ancak bu sefer yakınındaki duvar süslemeleri, freskolar tutuşmaya başladı. Tanrı’nın evinde henüz Tanrı’ya kavuşmanın çok erken olduğunu düşünen Ahmet korkuyla meleğe sarıldı. Sunak örtüsü de alevlere karşı koyamadan tutuşuverdi. Tahta sıralar da ucundan kıyısından nasibini almıştı ateşten. Etrafı dumanlar sarmaya başladı. Yanarak mı yoksa ortaya çıkan boğularak mı ölürüm diye hesap ederken meleğe sıkıca tutunmaya devam ediyordu Ahmet.

Yangından çok korkunun kovaladığı kilisenin papazı ise kendini dışarı atarken itfaiyeye telefon etmeyi aklına getirebilmişti. Şans trafik yoğunluğunda kendine bir yol bulunca meleğe ilk yardıma koşan itfaiyecileri ulaştırmıştı kiliseye. Koşarak gelen itfaiyecilerden biri hızlıca Ahmet’in durumunu kontrol etti. Onu yerden kaldırdı. İtfaiyeci yeleğini üzerine giydirdi. Bir eline de dolu bir yangın tüpü tutuşturdu. İkinci bir şaşkınlığı yaşarken “Hadi! Ne duruyorsun arkadaş meleği kurtaralım” dedi. Birlikte yanan kanatlardan gövdeye sıçramasını engelledikleri yangından sonra çevreyi de söndüren diğer itfaiyecilerle birlikte meleği düştüğü yere sağlam bir şekilde astılar tekrar.

Kurtarma operasyonu sona erdiğinde “Kusura bakma kardeşim. Kadromuzda bir açık var. Yetişemiyoruz. Seni de olaya dâhil etmek zorunda kaldık.” dedi itfaiyeci. Meleğin iş dileğimi duymakla kalmayıp onu çocukluk hayallerindeki gibi itfaiyeci yapmak için kendini feda ettiğini anladı o an.

  • Ahmet: Abi deme ya! İtfaiyeci olmak benim çocukluk hayalimdi. KPSS’ye de girdim. Başvuru, mülakat için de bir yardımcı olsan.
  • İtfaiyeci: Tabii güzel kardeşim. Boyun posun da yerinde. Sen kaydet benim numarayı. Yarın sabah da arayıver.
  • Ahmet: Abi iş bir olsun. Dile benden ne dilersen!
  • İtfaiyeci: Canının sağlığı be kardeşim! Amaa bir büyüğe de hayır demem. Şöyle boğaza karşı bir sofrada.

Ahmet kendi çabasıyla başvurudan sonraki ön elemeyi geçse de gerçek bir itfaiyeci olduktan sonra meslektaşını hiç unutmadı. Her ay birer kadeh kaldırdılar boğazdan geçen gemilere, Rumeli Hisarı’na, İstanbul’a karşı. Kurtardığı her can, her yuvanın şerefine kilisenin yanından geçerken girebildiği her gün mumların ortasına bir kuş tüyü bıraktı bir tane gonca gül yerine iyilik meleğine.

Yine bir rakı sofrasında Ahmet’e sormuştu itfaiye eri arkadaşı:

  • Sahi nereden çıktı senin bu çocukluk hayalin? Üstelik Müslüman adamsın ne işin vardı senin o gün kilisede?

Ahmet’in buğulanan gözleri bir balıkçının oltasına takıldı çocukluk anılarını derinlerden çıkarmak istercesine anlatmaya başladı:

  • Ahh be bizim mahallede ak saçlı, ince beyaz bıyıklı pembe yanaklı bir Dimitri amcamız vardı. Bakkal Dimitri. Bütün kızlara Ayşe, bütün erkeklere de Ali derdi. Ben çok kızardım hep benim adım Ahmet diye. Dimitri amca bazen bizleri evine davet ederdi. O zaman tabii herkes iyi niyetli. Bir sürü kitabı vardı. Belki yüzlerce. Bahçesinde papaz erikleri eksik olmazdı. Bazen limonata bazen gazoz ikram ederdi masallar okurken bizlere. Akşamüzeri güller, karanfiller, hanımelleri arasında mis gibi kokardı bahçe. Çoluğu çocuğu yoktu. Hanımı da erkenden göçmüş. Bir gece mahallenin yobazlarından biri bu ihtiyar çocukları dinden imandan çıkaracak diye toparlamış kendi gibileri. Yaktırmış Dimitri amcanın evini. Sabaha karşı uyandık ama nafile. Dimitri amca kavuşmuş hakkın rahmetine. Tabii ben günlerce ağla ağla.. Sonunda karar verdim. İtfaiyeci olacağım ben bir gün. Bir daha kitaplar yanmasın, bizi kitaplarla buluşturan amcalarımız ölmesin diye.

İtfaiye eri arkadaşı da duygulanmıştı Ahmet’i dinlerken:

  • Öyleyse kadehimi Dimitri amcaya kaldırıyorum.

Hep bir ağızdan “Şerefe!” dediler.