https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

“Hayat nedir yolculuk mu, yol mu?” Bu soru insanın kafasını hep meşgul edegelmiştir. Dünyanın yaşamına, uzayda bir seyahat dersek bizim hayatlarımız da tek tek yol içinde yol gitmektir. Yolculuk bir üst başlıktır ama yolun nereye gittiğini kimsenin bilmediği bu âlemde bir yere varma telaşından sıyrılmak, manzaranın keyfini çıkararak mutlu olmak, arada molalar vererek nefeslenmek belki de en güzelidir. Ama bunu anlamak çok da kolay olmaz.

 

Peki ya mutluluk nedir; ilerlediğimiz yolun sonunda bekleyen bir muamma mı, yoksa yolda aniden karşımıza çıkan, tırmanması zor bir dağ mı? Bağrında derin mağaraların, zehirli yılanların, birbirine haber uçuran ağaçların, çeşit çeşit hayvanların olduğu, baş döndüren zirveleri daima bulutlarla sarmaş dolaş ulu dağlardan mıdır mutluluk?

 

Yolun sonunda bizi beklediğini düşündüğümüz mutluluğu şimdilik tarif edemediğimize göre önümüze bakmak, engellerimizi tanıyıp devam etmek gerek. Biz istesek de istemesek de yolumuza çıkar o dağlar, karanlık ormanlar, aşılmaz denizler. Çünkü hayat yazar, biz oynarız çoğu zaman. Mutluluk zirvededir der, sisleri dağıldığında güneşte parlayan o yere vurulur, hedefe koyarız dağı. Ama sonra görüntü kaybolur, sis basar, baykuşlar öter, kurtlar ulur, rüzgâr uğuldar. Yolcuyu korku basar. Profesyonel işiymiş dağda olmak der, yılar. Tırmanış zor ve risklidir lakin bu aşka düşenler de kolay kolay vazgeçmez dağlardan.

 

Bu yüzden sarp kayalıklarının talibi bir avuç tutkundur ama yeşil yamaçların düzlüklerle kavuştuğu yerde yüceliğini izleyen çoktur dağların. Neşeli kahkahalara ev sahipliği yapan vadiler, yola yeni çıkmışların stres kaynağıdır çoğu vakit. Zaman azalmaktadır, geçen gün ömürdendir, hala aşılması gereken ulu dağlar varken neden yiyip içen, eğlenen, yoldan vazgeçmiş gibi davranan insanlarla doludur vadiler diye düşünür, dertlenirler. Hedeflerine varış süresini hesaplamakla meşgulken olan biteni anlamaları için yolun yarısını geçmeleri gerektiğini henüz bilmemektedirler.

 

Çünkü bu yolculuk iyi kötü bir sürü sürprizlerle doludur. Bazen bir dağı aşar, yorulur, düzlüğe geldim nefesleneyim derken yolları sıradağlar keser. İşte bu üst üste gelen engeller gücünü tüketir yolcunun ve Kaf Dağı’nın ardında vaat edilen o mutluluk kervanını kaçırmasına neden olur.

 

Yol uzun, varış noktası uzak, zirveler sarp… Bir süre olduğu yerde kalır yolcu. Karar verir ve yön değiştirir. Mutluluk, yolun sonunda, dağların zirvelerinde değildir sadece der, vazgeçer. Ters istikamete doğru yürümeye başlar, ardında dağın gölgesi, önünde ufkun mavisi belirir. Mavi umuttur, gülümsetir. Sahile kadar getirir.

 

Yol, yorucu olduğu kadar yaralayıcıdır da. Kimse kan kaybettiği yaralar varken daha uzağa gidemez. Düşmemek için olduğu yerde sarılır hayata, hayat sandıklarına. Ama tek tek yok olurlar, sanki kumdan kalelerdir dostlar, aşklar, yolculuk planları, doruklar. Misal önüne düşen gölge olsa, ışığın varlığından emin olur da insan, bir avuç kum ile kalınca çaresizliği yeniden tanımlar. Dokundukça ellerinden kayıp gidenlerin yasını tutar.

 

Bir vakit sonra mırıldanır: Her yer kum, her yer deniz, her yer gök. Herkes yolcu, biraz dinlenir başkasında sonra gider yoluna. Böyle böyle bütün insanlar döner durur geceyi, gündüzü, mevsimleri, yılları. Her doğum gününde hesaplaşır insan kendiyle, ellerinin arasından kayıp kumsala karışan anılarını uğurlar bazen sevgi bazen öfkeyle… Sonra “Acaba dünya kuruldu kurulalı bu sahilden kaç kişi geçti, yaşadıklarımı yaşadı? Hissettiklerimle doldu taştı, hayalleri denize, kendi toprağa karıştı?” diye düşünür, hüzünlenir.

 

Dağların zirvelerini hedefleyerek çıktığı yolculukta denizin kıyısında bulmuştur kendini. Hayallerden, umutlardan bahsedenleri dinlerken yüzüne yerleşen müstehzi gülümsemeye engel olamaz. Dağa, tepeye, yola da dönemez. Ama bilir, ilerisi de yok bu dünyada. Belki uzakta, denizin kabarcıkları gibi su yüzüne çıkmış adalar vardır ama güvenli bir zemin hiçbir yerde yoktur.

 

Karalar, adalar, kıtalar, hepsi bir toz bulutu, herkes kumdan kalelerin karton karakterleri. Dalgalar yükselince beraber ıslanır, sonra güneşle sahile koşar, umutlanır. Bazen de deniz, azgın dalgalarıyla içini boşaltır sahile. Hayata tutunmaktan vazgeçen deniz canlılarının kabuklarını bırakır önümüze. Sular çekildiğinde tek tek toplarız. Ne kadar güzel deriz, canlı değil ama geride, baktıkça hayranlık uyandıran kabuklarını bırakmışlar. Bizim de bırakacağımız gün gelecek. Yolda devam edemesek, sahilde beklesek de ara sıra içsel bir güncelleme ile sahte umutların gölgesinden çıkıp üzerimizdeki kumları silkelemek gerek. Belki dağlar aşan bir muzaffer, denizler dolaşan kabuklulardan değiliz ama madem ayağımız yere basıyor, toprak sarıyor bizi, canımız içindeyken dallarımıza su yürümesine izin verebiliriz. Böylece açar, zambaklar, sümbüller, gönüller. Her çiçek gibi solup gidecek olsa da hangi çiçeğiz fark ederek selamlarız dünyayı. Lale sanırken kendimizi, açınca fark ederiz zambak mıyız, gül mü, hatmi çiçeği mi? Belki de en afilisinden bir orkide, mimoza çiçeğiydik de papatyayız diye yanlış mevsimde attık ortaya kendimizi. Açmaya izin verirsek görürüz çiçeğimize verilen ismi.

 

Hala vakit varken, her yeni gün umutla doğarken, batıp gidenleri, elimizden kayan kum tanelerini, bir başımıza bırakıp üzenleri, yanlış mevsimde diretenleri, çiçeğimizi beğenmeyenleri yollarına uğurlamak gerek. Bize bu gerçekleri haykıran bir armağan olarak gün batımlarını izlemek, kendimizle yüzleşmek için büyük fırsat. Dünya için küçük, bizim için büyük bu farkındalıkların yaşandığı o anlardan güçlenerek çıkmak, bazen sahilde oturup beklemenin, bazen dağların zirvelerine yol almanın, karanlık ormanlardan geçmekle eşdeğer olduğunu hatırlamak gerek. Hepsi yola dâhil, her manzara yolculuktan. Mutluluk bunları fark ettiğin “An”.