“Bir şey alır mıydınız?”
“Arkadaşları bekleyeyim” dedim yüzüme sahte bir gülücük kondurarak. Garson da pekâlâ anlamında başını hafifçe eğip uzaklaştı. Ne de hoş bir nostaljik şarkı süzülüyordu kafenin iç açıcı bahçesinde: Dargın ayrılmayalım diye koştum sana dün, gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün…
Gözlerde ışıyan ilkbahar güneşi, nemli asfalt yol… Ankara’nın işlek caddelerinden birinde, adı nam salmış bir kafenin bahçesine kurulmuş, arkama yaslanmış izliyorum akan hayatı. Kaynağı belirsiz bir neşeyle kaplanmıştı buralar.
Nihayet; buluşmak üzere sözleştiğim ahbaplar da teşrif ettiler. Erkan ve Hulusi öteden beni seçer seçmez yanıma geldiler. Dostlar arası bilindik selamlaşmalar, etrafa kaçamak bakışlar derken Erkan yanında getirdiği dizüstü bilgisayarını masaya koyup açtı.
“Yüklü bir miktarla Kripto paraya girdim” dedi telaşlı bir yüz ifadesiyle ve bunun gerekçesini deşeceğimi kestirmiş olacak ki göz temasından kaçındı.
“Ne kriptosu Erkan, şimdi de buna mı geldi sıra” diye ayarı kaçmış bir çıkış yapmış olmamdan mıdır bilinemez ancak ortama bıraktığım bu açık bilgiyle beraber yanımızda yönümüzde oturan Hanımefendi ile Beyefendilerin bakışları bizlere yönelmiş, duygu durumları değişime uğramakla kalmamış, şaşırtıcı bir hıçkırıklı ağlamaya geçiş yaptılar. Kiminin eli ağzında kimiyse omuzları düşmüş ve hatta yıkılmış… Bir tiyatro sahnesinin ortasına düşmüş gibiydik. Kafe sakinlerinin bu sürpriz ve şaşırtıcı olduğu kadar ürpertici ağlama seansı uzamadıysa bile arkadaşlarımla birlikte beni de afallattı açıkçası. Erkan şaşkın bakışını etraftan alıp bana yöneltti:
“Ne kriptosu olacak, Bitcoin…” dedi yadırgar, az önce olup bitenlerin tesirinden sıyrılma çabası barındıran bir ses tonunda.
“Bilip bilmeden, sırası mıydı Erkan? Neyse, sigaran var mı?”
Hulusi sanki kendisine sormuşum gibi bir dal sigara tuttu yanı başımdan, ben de yaktım. Erkan hep böyledir zaten, kısa yoldan zengin olup paçayı sıyırma derdindedir…
Üç kahve söyledik ve sohbetimizi sürdürdük.
“Gece olanları duydunuz mu?” diye atıldı Hulusi pörtlemiş gözlerle, “Istanbul Sözleşmesi feshedilmiş.”
Dehşete kapılmış olarak başımı bir hışımla çevirdim:
“Dalga geçiyor olmalısın, İstanbul Sözleşmesi nasıl feshedilir” diye hafif yüksek sesle sormamla birlikte kafe sakinleri eş zamanlı olarak, bir dehşet nidası patlatarak bana döndüler. Kafeyi ölüm sessizliği ele geçirdi. Elimde kaldı yazık, çiçeklerimle mendil… Zihnime tecavüz eden bu bilgiyle birlikte oturanlarla ister istemez bakıştık. Sahnede eksik olan bir duvar saatinin saniye sesiydi yalnızca; demek ki saat yoktu burada. Göz göze geldiklerimin yüreklerine ağır bir taş oturmuşçasına bir hüzün çöktü bakışlarına ve yine o anlık ağlama seansına geçiş yaptılar; ellerde beyaz mendiller. Herkes üç saniye kadar hıçkırıklara boğulup eski haline dönüverdi.
“Kahveleriniz,” dedi birden yanı başımızda beliren garson ve fincanları itinayla önümüze bırakırken fısıldadı:
“Zaten sözleşmeye uyulmuyordu ki. Ne kıymeti var, değil mi ama?”
“Ne ilgisi var, mesele bu mudur yani sizce?” diye hafif tepkili davranışıma karşın hazırlıklıydı Bay Garson:
“Ne demek ne ilgisi var! Tabi ki mesele bu. Sizler zihninizi bunlarla bulandırmayınız lütfen. Kahvenizin tadını çıkarın, afiyet olsun…”
Kalabalık, dik başlı garsonun bu sözleri üzerine keyifli sohbetine dönmüştü bile. Oysa ben halen uzaklaşan bu adamın ardından bakıyordum, tepkili bir hayretle. Kahve zehir gibi acıydı. Getirmiştim sana bir demet beyaz karanfil…
“Peki, dolardan haberin var mı? Fırladı, tutana aşk olsun” diye yeni bir bilgi enjekte etti Hulusi ortama. Tam bir felaket tellalıydı! Neler oluyor böyle bakışıma tekrar kalabalıktan o dehşet nidası eşlik etti. Herkes sus pus, dehşetle bizi izliyordu. Masaların arasından telaşlı bir ahenkle koşa geldi garson, alev almış mutfağı söndürecekmişçesine kaygılıydı yüzü. Kafe sakinlerini, “Afiyet olsun, kahvenizi içiniz lütfen, makaronlarımızın lezzeti dillere destandır, pandemi hepimizi mahvetti, çilekli tartımızı denediniz mi?” gibisinden tatlıya çalan sözlerle yumuşattı bile.
Anlam veremez bir tutumla izliyordum olup biteni ve az öncesi aklıma takılan sorunun yanıtına da ulaştım. Kafenin öteki ucunda, seçilmesi pek de mümkün olmayan büyükçe bir duvar saati asılıydı, ancak ne tuhaftır ki saniyesi geri sayıyordu, ses çıkarmadan, izleyenlerine her şeyin yolunda olduğuna ikna edercesine. Gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün, gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün…