Bir acı tattır insanoğlunun damağında ve kara bir leke dimağında… Nazi zulmünün ırk kavgasını yayan zehirli elleri arasında yeniden şekillenen çocuk hayatları ele alan dokunaklı öyküsüyle Gönül Malat, insanlık tarihinin bu kederli kilometre taşını boğazımıza düğüm ediyor. O düğümü duyumsamayan insan mıdır ki diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Başkalarının Çiçekleri öykü seçkisinde yer alan Öykünün ikliminde ilerlerken, ailelerinden koparılan ve Almanlaştırılan çocukların dünyasında olduğumuzu anlıyoruz. Bu utanç dolu başkalaştırma, üstün ırk hırsının bir uzantısıydı. Sarı saçlı mavi gözlü bu güzel çocukların, Nazilerin tabi oldukları ve “saf” olduklarına inandıkları ırktan olmaları dışında bir ihtimal yoktu. Bir önemi de yoktu ailelerinden ayrılmalarının, aidiyetlerinin yitip gitmesinin. Yeter ki saf ırk sürsündü hüküm dünyada. Hayat denen kısa zaman diliminde bu yakıcı hırsın kurbanı oluyordu bir daha zikredilmeyecek gerçek isimler, kullanılmayacak lisan, sarılanamayacak ana, baba, tazecik bir hayat.
Bu çocuklardan birinin, Lublin’deki evinde yaşayan Zbigniew’den, Almanya’daki bir evin oğlu Helmut olmasına uzanan yolculuğuna ve duygudan duyguya geçişine tanıklık ediyoruz. Hasretten umutsuzluğa, yaşama refleksinden, o kampta bulunma sebeplerini sorgulamasına, annesine verdiği söze uyup ne olursa olsun hayata tutunmaya karar verişine kadar tüm iniş çıkışlarına. Tanıklığımız, karakterin hayata tutunma simgesi olan kemanıyla çaldığı, Vivaldi’nin dört mevsim konçertoları gibi ahenkle gerçekleşiyor, öykücünün akıp giden anlatımıyla.
Attila İlhan’ın “Yağmur Kaçağı” dizeleriyle karşılıyor bizi öykü. Çocuk gönlünü oyalayan yağmur aslında dost olurken karakterimize, bir yandan onu düşürecek kadar umutsuzluğa sürüklüyor. Belli ki pırıl pırıl güneşin neşesine, sıcacık dokunuşuna hasret. Ayağa kaldıracak umudunu güneş! Yağmurdan güneşe geçişin hüzünlü de olabileceğini düşünüyoruz okurken. Güneş açar ve hayata tutunurken Zbigniew (yoksa Helmutmu demeliyiz), aslında yağmur damlalarıyla uğurluyor gerçek hayatını. Yağmurun dinmesiyle açan güneş, çocuk gönlünde bir ateş yakıyor. Var olabilmek için, adından, soyadından, köklerinden vazgeçerken, varoluşuna “asıl kendi”ni harmanlayıp içinde sönmeyen bir ateş olarak saklayacağını müjdeliyor kendine. Güneş açıp da “Yaz”’ı notalara dökünce, “Günışığının melodisini buldum” deyince anlıyoruz her şeye rağmen yaşamanın baskın geldiğini. Ve inanıyoruz, öykünün başlığı “Yağmurun Melodisi” iken, günışığının melodisinin de çıkıp gelebileceğine.
Bir acı sona yürümesin diye canından çok sevdiği oğlu, annesi öylesine hazırlamıştı ki ana karakterimiz altın saçlı Zbigniew’i, Helmut olmaya razı gelecekti yavrucak çaresiz. Öykünün temel direği anne, öylesine farkındaydı ki her şeyin, o yokken oğlunun yaşamasını sağlayacak tüm verileri işlemişti aslında tığla işler gibi özenle. Sarılacağı yegâne şeyin kemanı olduğunu söyleyerek yaşama salacağı kökü vermişti ellerine. Hiç vazgeçmemesini salık vermişti. Kemanı hem fark yaratarak hayatta kalmasını sağlayacak, hem de anne babası ve kemanını yapan dedesi yanındaymış gibi ona güç verecekti. Alt köşesinde ufacık da olsa yazılı adı, kim olduğunu hatırlatacaktı bir ömür. Kendi bayramını kendisi yaratacak, çiçekleri kendisi açtıracaktı içinde; bir kardan adamın burnunun pasta olabileceğini öğrendiği günden yadigâr yaşam ustalığıyla.