https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Hatırlıyorum. Gülüyordu gözlerinin içi bana bakarken ve benden daha fazla heyecanlanıyordun ben konuşurken. Hatırlıyorum. İsmimin nasıl döküldüğünü dudaklarından, denize kavuşmak için akan coşkulu bir nehir misali. Hatırlamaya devam ediyorum sonra. “Ben de seni” diyerek kısa kesmiştin hemen. Seviyor muydun yoksa özlemiş miydin? İşte bunu hatırlamıyorum, cevabını hiç öğrenemedim. Belki de sırf bu yüzden iki kişilik dünyamız daraldı, küçücük oldu. Artık bu hayatın içine bir kişiyi bile sığdıramadığımıza göre hatırlamak, elimde tuttuğum en güçlü silah. Ve gittikçe normalleşen başka bir durum daha var ne yazık ki: Başkaları tazeliyor hafızalarımızı şimdi.

Halbuki biraz daha konuşsak, unutursun sanmıştım veya ara verirsin belki hatırlamaya diye, düşürmüştüm kalbimi gecenin içerisine. Sonra susmayı seçmen güzeldi. Mesela en anlamlı yerinde, arkanda kocaman siyah gölgeler bırakarak. Başka bir dünyaya açılmıştı gözlerin. Pekâlâ şarap olabilirdi suçlu, kabahati sürekli insanlara yıkarken. Ama susmalarımız bir başka güzeldi. Sonra gece güzeldi, sen güzeldin. Biraz daha konuşsak, kesinlikle ben de olabilirdim suçlu. Sen öyle gülümserken, her şeyi üzerime alabilecek kadar cesaretliydim çünkü.

Bir fotoğraf ne söyleyebilir ki insana? Veya güzel çizilmiş cansız bir resim. Resimde gülen bir yüz. Ve o yüze eşlik eden gözlerdeki parıltı. Parıltıya neden olan şeyi veya kimseyi düşünmeden, sadece o resme baktığı için mutluluğu üzerine alınan insanlar, yani biz. Bir fotoğraf veya resim, şüphesiz ki seni düşünmek için başlı başına büyük bir neden. Senin geçmiş bir zamanın, benimse bu anım. Sadece bir resim deyip geçme. Birlikte geçirdiğimiz herhangi bir zamanı hatırlatabilecek tek bir görüntü hepsi. Onu çizdiğim günü değil, çizmeme neden olan şeyi hatırlıyorum. Yani seninle ilk karşılaşmamızı. Bunda tam kırk sene öncesi miydi? Yoksa yirmi beşten sonrasını sayamadık mı ikimizde? Bilmiyorum. Ben ikimizi hep o günün içerisinde kapalı tuttum ve o kapağı hiç kaldırmadım. Ama bu, duygularımı muhafaza etmeye yetmedi ne yazık ki.

Ne konuştun benimle ne de konuşmak istedin. Yılların arasında kaybolmak, şişenin dibini görmeden içmeyi sonlandıramamak gibi. Sarhoş olduğumuzun farkına varamadan kaybettik birbirimizi. Evliliğimizin avuçlarımın arasından ne zaman kayıp gittiğini hiç fark edemedim. Ama sen gittin, hem de benden önce. Bunu fark ettim. Gözlerinin uzaklaştığını, evimizi terk ettiğini. Yanımda uyurken, saatler sürecek bir yolculukla dahi sana ulaşamayacak kadar uzağım şimdi. Defalarca baktım, seyretmeye çalıştım seni. O günkü gibi. Kendi çizdiğim resmimizdeki kadına bakar gibi. O kişi değildin artık, bu sefer beni görmedin. Ben yine de o bakışlardan minicik bir parça koparttım, cebimde sakladım. Artık zamansızsın benim dünyamda. Saatim, seni görmek istediğim saniyelere kurulu. Alarm çaldıkça bakıyorum, hep gülümsüyorsun. Seni daha fazla sevmek için başka bir neden aramıyor insan. İşte böyle. Saat kaç olursa olsun, alarm çalabiliyor her an. Gülümsüyorsun. Yani çok zor işin. O kadar zor ki, beni terk etmeyi becermen epey bir zamanını alıyor.

 

İçinde bulunduğu zamana bir türlü ayak uyduramayan, kendisini ısrarla teknolojinin çok gerisinde bırakan bir adamın hikayesi bu. Önce işini kaybediyor, sonra da karısını. Oysa hayattaki en büyük dayanağı, onu var olduğu adama dönüştüren sevdiği kadından başkası değil. Onunla iletişim kuramamaktan dert yanarken, bir anda onsuz bir hayatın içerisine düşmek, adamın başına gelebilecek en kötü şeydi kuşkusuz. İşte tam bu sırada imdadına eşi bulunmaz bir fırsat geçiyor: Hayatından bir günü tekrar yaşamak.

Hiç düşünmeden o günü seçiyor adam. Ve bu seçim sonrasında, geçmişle bugün arasında sıkışıp kalıyor. Bir yandan geçmişe duyduğu özlem ona aşkını anımsatırken, diğer yandan bugünkü duygularının hızla yer değiştirdiğine şahitlik ediyor. Sevmenin anlamını iki defa sorguluyor ve sorgulatıyor bizlere. Sonra geçmişin güzelliklerinin dokunulmaz kılan şeyleri bugüne taşımayı öğreniyor. İçinde bulunduğu günü de görmek istediği gibi görüp hayıflanarak değil, gördükten sonra istediğine dönüştürerek yaşamaya başlıyor.

Nicolas Bedos, son zamanlarda seyrettiğim en yüksek duygusal geçişi olan filme imzasını atmış. Tadına doyulmaz bir anlatım var diyebilirim. Yavaş akıyor gibi gözüken bir film aslında ama diğer yandan birbirine bağlı olaylar sayesinde temposunu da hiç kaybetmiyor ve sizi ekrana adeta mıhlıyor. Üstelik olay örgüsü karakterlere gayet adaletli biçimde pay edilmiş. Dört yüksek figürün omzunda yükseliyor La Belle Époque (Yeniden Başla). Başrolde seyrettiğimiz Daniel Auteuil inanılmaz. Kısa bir sürede hepimizi Victor’a dönüştürmeyi başarıyor. Victor’un karısı rolündeki Fanny Ardant filmin belirli bir kısmını ele geçirecek kadar doğru bir oyunculukla karşımızda. Doria Tillier’in canlandırdığı karakteri söylemeyeceğim bile. Zira filmi izlemeniz için başlı başına bir neden oluyor kendileri. Ve ona eşlik eden Guillaume Canet de yer yer dalgalanmalar yaşasa da genel tempoya ayak uydurabilmiş ve sırıtmadan rolünün hakkını verebiliyor. İşte bu fantastik dörtlü sayesinde, dört başı mamur bir hikâyeye tanıklık edebiliyorsunuz.

Altınız çizmem de fayda var. Bu bir aşk hikayesi değil. Geçmişi arayış veya özlem kovalamacası hiç değil. Bu, tam olarak zamanın içerisinde nerede duracağımızı bilmediğimiz anlarda sevdiklerimize olan bakış açımızın değişmesiyle alakalı bir hikâye. Üstelik devamlı zamanı sorgulayanlar için kısa süreli bir ders niteliği de taşıyor. Sevdiklerimizi ve onlara dair özel anlarımızı sonsuzlaştırmanın aslında elimizde olduğunu ve yaşadığımız her anın yeni bir güzellik barındırabileceğini, iki kocaman insana ikinci şanslarını vererek anlatıyor La Belle Époque (Yeniden Başla). Yani her yeni gün hem kendimizi hem de sevdiklerimizi, yeni bir hikâyeye bağlı kılabileceğimiz ekstra, kıymetli bir süredir, biz bunun farkında olamasak da. Nefes aldığımız müddetçe, içimizdeki sevgi hiç bitmez. Ve o sevginin varlığı gözlerimiz ve dudaklarımızın yardımıyla kolayca da büyüyebilir. Yeniden başlamak isteyenler için eşsiz bir fırsat gibi gözükse de esasında kaldığı yerden devam edenlere göre de bir film bu. Ve en çok da vazgeçmek nedir bilmeyenlere göre diyebilirim. Yaşamdan tat alma konusunda pes etme niyetlisi değilseniz, size “Hoş geldin” demeye hazır La Belle Époque (Yeniden Başla). İyi seyirler.