“Burada sanatçı ne anlatıyor?”
Bu soruya resim sanatı ile ilk tanış olduğumuz andan itibaren muhatap olmuşuzdur hepimiz. Sanattaki en büyük derdin bu olduğunu zanneden anlayış bu soru ile resimle aramıza betondan bir duvar örmüyorsa da telden bir çit çekiveriyor kolayca.
Üstelik bu, sanatçının ne anlatmak istediğini natürmort bir tabloda kolayca söylemek mümkünken bile böyle oluyor. İzlenimcilik dönemine ait bir esere bakarken, bu sorunun ardından, sadece manzara diyoruz biz de çarçabuk. Ya da kübist bir tablo karşısında, kendi gözümüze bile güvenemediğimiz anlar oluyor.
Bu sorunun bizi eserden ayırdığı yetmiyormuş gibi aslında izleyen olarak bizi, sanatçıya da borçlu kılıyor. Belki de meselenin ilk önce ne yapılmış sanat eseri, ne de sanatçı olmadığını anlamak noktasında, sanata yakınlık başlayabilir.
Sıradan insanın üstüne basıp geçtiği çiçeği resmetmek için onu seçen gözdür mesele.
Çünkü tüm bu seyreden ve seyredileni yapan arasındaki ilham olacak köprü belki de, eserden daha öncelikli olarak, işte o gözdür.
Herkesle aynı doğaya bakarken, aslında her maddenin geometrik şekiller teşkil ettiğini ilk seçen gözü ile Cezanne gibi.
Ya da o güne kadar manzaraların hep aynı ışık ve kurallarla ezbere resmedildiği dönemde, an be an değişen ışığı gözlemleyip, zamanla yarışarak tuvaline yansıtan ve nehirleri, köprüleri, güneşin doğuşunu o anlık sabah sisi ile ilk resmeden göz, Monet gibi.
Bizler, sanatçının eseri için, belki ancak, bir yolculuğun varış hikâyesidir diyebiliriz. İlk neyi görüp, hangi içgörü ve azmin sonucunda meydana getirdiğini hiçbir zaman tam da bilemediğimiz bir hikâye olur bu genelde üstelik.
Önüne geçtiğimiz tabloyu öncelikli olarak sadece sanatçının vardığı yerden değil, yola çıktığı yerden, akla düştüğü andan, elden tuvale bırakıldığı ana kadar bir bütün içerisinde seyretmeli ve anlamaya meyil etmeliyiz…
Çünkü ancak bu, bizi sanatçının gözüne ve zihnine götürür. İhtiyacımız olan sadece retinal bir zevk değildir. Karşımızda bize sunulan eserin hangi göz ile yapıldığını sormak ve düşünmek, araştırmak öncelikli görevimiz olmalıdır.
Hakkında öğrendiklerimizle belki de, Monet’nin o güne kadar alışılagelmiş ve çerçevesi az çok belirlenmiş kuralları yıkan resimlerinin ilk fitillendiği ana, o sis, o pus anına, Seine Nehri kıyısında şövalesini buza saplamaya çalıştığı o ana gitmek gerekir.
Onun gözünden, o her şeyi ağırlığının altında bırakan havayı, arasından sızan ışığı ilk farkedişine ve bunu resmetmeyi denediği o ana şahitlik etmek gerekir zihnimizde.
Tıpkı Cezanne’ın gözünün, var olan her türlü maddenin de, insanında parçalarının, küp, koni gibi geometrik şekillerle vücut bulduğunu fark ettiği an gibi. Üstelik Monet’in başını çektiği İzlenimcilik akımında yoğrulan Cezanne gözlemleme işini o kadar iyi yapar hale gelmişti ki en sonunda eşyanın içindeki formu seçebilmişti gözleri.
İşte bu gözler, bu fark ediş anlarıdır en büyük mesele. Çünkü sanat tam da bu ana, o farkediş ve kavrayış anına kilitlidir. Bu, sanatın var olduğu halinden başka bir hale sıçramasıdır aslında.
O yüzden sanat tarihinin alnına, bu sanatçıların, herkesin baktığı aynı şeyde, farklı bir şey görebilen gözleri, görmek için arayan, düşünen, üstüne kafa yoran, durmaksızın çalışan elleri, bunu meselesi edinmişlerinin isimleri kazınmıştır.
En başa dönecek olursak, bir tabloya bakarken öncelikli meselemiz, sanatçının ne anlattığından önce, o anlattığını, nasıl fark ettiğidir. Nasıl görebildiğidir. Neden farklı gördüğüdür.
Eğer ki bir sanat eserinden duyusal zevkin dışında, bir ilham alacak isek, bu ancak sanatçının gözü olabilir.
Bizlerde bir sanatçı gözüyle bakabilir isek eğer hayata, onlar gibi, baktığımız şeylerin ardındaki hakikati görebilir ve anları yakalayabilir oluruz belki de en sonunda.