“(…)
Karaysam şimdi kapkara kederden
Kurum tutmuş
Tükenmeye durmuşsam
Bitkin düşmüşsem beklemekten
El ver el ver el ver”*
Dizelerde dile getirilen duyulmak, anlaşılmak arzusunun tasviri olabilecek öyküler kaleme almış Eylem Ata Güleç, Uzak Değil’de. Yanı başımızdaki hayatları görmezden geldiğimiz, kendimizi suni gündemlere teslim ederek büyüsü bozulsun istemediğimiz “korunaklı” hayatlarımıza atılmış bir çığlık değil, Uzak Değil. Onca karmaşanın, gürültünün, acının ortasından derlenmiş cılız sesler korosu.
El verilmeyi bekleyen, çareyi kendilerini duvarların ardına mahkûm etmekte bulmuş insanların ölümle kuşatılmışlıklarına dair sarsıcı öykülerden oluşan Uzak Değil, Eylem Ata Güleç’in ikinci kitabı. On üç öyküden oluşan kitaptaki öyküler oldukça akıcı. Yalın bir dil, etkileyici bir kurgu ve merak uyandıran bir anlatımla yazılan öykülerdeki akış, öykü son bulmasına rağmen devam ettiğine dair inanç uyandırıyor okuyanda. Hayatın süreğenliğinin vurgulandığı bitişler, kişilere ve olabileceklere dair kafamızdaki yoğunluğunu arttırır ya, işte Uzak Değil’de ki öyküler bunu başarmış. Okuyucuyu öyküye hapseden bu anlatım, ele alınan durumlara, anlatılan hayatlara uzanabilmek için okura cesaret verebilecek etkiye de sahip üstelik.
Peki kitabın ismi niçin “Uzak Değil”? Eylem Ata Güleç, Gazete Duvar’da Soner Sert ile yaptığı söyleşide buna şöyle cevap veriyor: “‘Uzak Değil’ çünkü ölülerin kepçelerle toplandığı günlerin üstünden çok zaman geçmedi. ‘Uzak Değil’ çünkü kokmaması için cesedi buzdolabında saklanan çocuğun yaşadığı yer ülkenin en uç noktasına bin beş yüz kilometre mesafede. Ötekiler, buralardan yükselen feryat figanı duymayacak kadar uzak olamaz/ olmamalı. ”Yazar hem mekân hem zaman bağlamında bir mesafeyi kastediyor. Aynı ülkede yaşayan milyonlarca insanın birbirine bu denli uzaklaşmasına olan eleştiriden öte öyküleri daha çarpıcı bir gerçeği ortaya koyuyor: İnsanî değerlerdeki aşınmayı ve bu değerlerden uzaklaşmayı.
Diyarbakır özelinde Güneydoğu’nun politik iklimi, çalkantılı süreçleri, farklı politik anlayışlar uzamında yaşanan çatışmalar ve devletle halkın karşı karşıya kaldığı durumlar öykülerde aktarılan hayatlardaki çıkmazların, huzursuzluk ve gerilimin zeminini oluşturmuştur. Dış dünyaya paralel ilerleyen iç dünyalar kurgulanmıştır. Yaşanan bütün olağanüstülükler okuru sarssa da öyküleri çarpıcı kılan çatışmalar, ölümler, çığlıklarla günlük telaşların, önemsiz ayrıntıların, kırılgan duyguların başarıyla örülmesidir.
Duvarların ardı meselesine tekrar gelirsek öykülerin hemen hepsinde bir bahçe, ev, oda duvarının ardında geçiyor yaşananlar. Dışarda olmak, açıkta olmak güven vermiyor. Bir sığınak arayışı hiç bitmiyor. Bu sığınak dış dünyadaki bütün olumsuzluklardan korunabilmenin yanı sıra iç dünyasında kaybolmuş kişilerin geçmişine, yitirdiklerine dair bir dayanak da olabiliyor. Yakınlarını, sevdiklerini ansızın kaybeden insanlar özellikle kadınlar ve onların yaşadığı sanrılar aktarılıyor. Duvar örmek, kendi dünyasına çekilmek, tedirgin bir yaşam sürmek… Fakat duvarın ardı dış dünyadan tamamıyla yalıtılmış değil. Duvarda açılmış bir delik, açık bir pencere, aralık bir kapı, bir anahtar deliği umuda, anlaşılacak olmaya dair bir inancı da diri tuttuğunu gösteriyor yazarın.
*Gonca Özmen, Göle Yas