Antik çağlardan beri felsefede sorgulanan öz ve biçim, sanatın hep ana konusu olmuştur. Biçimin, sanatın ana aksı olduğu gerçeği tutunacağımız en büyük nesnel gerçek olsa da sanatın asıl meselesinin özü yakalamak olduğunu hiç unutmamalıyız.
Biçim maddenin belirli bir şekilde düzenlenişi, kümelenişi ve dengede oluşudur diyebiliriz. Yani biçim aslında sanatın katı, elle tutulur, gözle görülür nesnesidir. Bu alan daha çok teknik, materyal, öğrenme, eğitim, zanaat ile ilişki içerisindedir. Salt bu anlayışa takılı kalarak sanatı değerlendirirsek en başta sanatın birincil varsıllığını, kendini ifade etme özgürlüğünü elinden almış olduğumuzu fark edemeyiz.
Öz ise sanattaki zihinsel sürecin, arayışın, anlamın, biçimi yıkan, tekrar yaratan, yıkılan biçimlerin içinde kendini tekrar var eden ve sonunda yeniden ortaya çıkan dengenin çocuğudur. Biçim ne kadar sabitse, öz o kadar değişkendir. Biçim tutar, öz değiştirir. Ama bu tavır en sonunda biçimin içinde ve ötesindeki öze ulaşmak içindir.
Sanattaki meseleyi, taklit ve zanaatten ibaret saymadığımız noktasında, ötesindeki neden ve sonuç, düşünce ve çıkarım, deneme ve olasılık davetine de nihayet icabet edebiliriz. Elbette ki konulan bu şerh, yapanları tarafından ortaya konmuş kusursuz realist eserlerin, yapanların tartışmasız yeteneklerini, azimlerini, sabırlı ve adanmış çalışmalarının hak etmiş olduğu övgüyü onlara teslim etmediğimiz anlamına gelmez. Buradaki öncelikli çabanın sebebi sanatı, salt madde ve yetenek çerçevesinden çıkarmak içindir.
Bu noktada kendimize sormamız gereken, “Sanat sadece hayatta var olan ve/veya olabilecek tüm ışık, biçim, detay ve varlıkları olduğu gibi, ya da olduğuna en yakın fiziksel hakikatleriyle maddeye kopyalamak değil ise nedir”sorusu olmalı mıdır?
Bize bu sorunun cevabını verebilecek en büyük kaynak yine ressamlar ve kendi otoportreleridir. Belki de bu sorular zihinlerinde, fırçaları ellerinde, aynanın karşısında biçimlerine bakarken, hâlâ biçime sadık kalarak, ama o biçimin ardındaki değişen, devinen anlamı, yani özü aramış olmalılar. Yine bu sorunun cevabını ararken, hiç kolaya kaçmadan, kübist bir anlayışla, gerçekçilik akımını karşılaştırarak değil, aksine realist eserleri rehber kabul ederek yola devam edersek biçimin hakikatinin ardında değişen özü bizzat görebiliriz.
Rönesans döneminin kuzey Avrupa’sında yaşamış en güçlü ressamlarından Dürer, henüz saray ressamlığına aday konumundayken kendini resmettiği bu otoportresinde, giyimi, dönemin belirlediği ışık, renk çizgisine bağlı kalışı, saat üç yönündeki duruşu ile gerçekçi ama had bilen haldeki kendi özünü görmüştür aynada. Ressam, sanatının içinde yoğruldukça anlayacağı, bir yandan dönemin Rönesans etkilerinin onu dönüştüreceği, diğer yandan kendi arayışları, resim sanatı üzerine sayfalar dolusu felsefik denemeler yazacağı yolculuğunun öncesinde iken bu portreyi yapmıştır. Tuvalde biçim, kendisine en yakın hakikat noktasından, öz ise hemen onun ardında, dönemin şekil verdiği yerden belirmiştir.
Yıllar içinde Rönesans’ı yaşamış ve ardından yavaş yavaş gelen Reform’un ayak seslerini duyabilmiş olan Dürer, artık yeni yaptığı otoportresinde düşünen, arayan, sorgulayan bir sanatçı olarak imzasını atmıştır. İlk defa bir ressam kendisini, ancak dinsel tasvirlerde Kutsal İsa veya krallar için kullanılan ölçülerle önden ve göz hizasında, ideal oran, mutlak güzellik ve koyu renklerle resmetmiştir.
Bu tablosunda tüm gerçekçiliği ile belirlenmiş hiyerarşiyi yıkarak kendini resmederken, ellerini merkeze almış, gerçekte o denli düz olmayan burnunu idealize etmiş, sarı olan saçlarını da daha koyu çizmiştir. Her haliyle İsa’yı işaret eden eser, dönemin kilise otoritelerine bir başkaldırı olmasının dışında, insanın var olan anlamların ötesindeki özü arayışının sanattaki örneklerindendir.
Tam göz hizasında yazdığı “Ben Nürnbergli Albrecht Dürer 28 yaşında, bu ölümsüz renklerle kendimi tasvir ettim” diye çevirebileceğimiz cümlesini de bizlere bırakmıştır. Döneminin sorgulamaları ve arayışları içindeki Dürer, o dönemde “Tanrıya en yakın, sanatçıdır”diye düşünür. Bu yüzden de resmini yaparken aynada, biçimin ardındaki özünü böyle görmüştür.
İki esere birden baktığımızda, biçimin aynı kişinin temsili olmasına rağmen, özün ayrılığıyla yıkıp yaratılan yeni biçimi görebiliriz.
Dönemin şartları değerlendirilerek incelendiğinde, iki eserde biçim olarak yani renk, ışık, perspektif ve teknik bakımından çok ayrı yere düşmemiştir. Ama özün parçaladığı ve tekrar yarattığı biçimin, gözlerinde ve ellerinde parladığını hissedebiliriz. Sanatçının değişen gerçeği, sanatının değişen özüne dönüşmüştür.
Sanat eserinin estetik kalitesi için biçimin işlendiği teknik elbette çok önemlidir. Fakat günün sonunda özün şekillendirdiği materyalle, sadece kusursuz bir tekniğin şekillendirdiği eseri kıyasladığımızda, teknik açıdan yeterli olmasa da özünde sanat eseri ortaya koymuş sanatçılar olduğunu görebilir, aynı anda biçim olarak çok iyi yapılmış ama yüksek sanat eseri düzeyine çıkamamış eserlerle de karşılaşabiliriz. İşte bu farkın sırrı bu iki harfte, yani özde gizlidir.
Dürer’in hem teknik hem anlam olarak bir dengede yarattığı bu eser sanatın aradığı idealdir.
Doğayı, insanı, katı ve değişmeyen biçimler olarak gören bizlerin, aslında onların bile biçimlerinin, zaman denen belirleyicinin ekseni ölçüsünde, şekillendiğini çoğu zaman gözden kaçırırız.
Özse bilgi, anlam ve arayışla açığa çıkan, aslında varlığa nihai tertibinde nakşedilmiş, sürekli devinen, ancak bazen bir bakışta çakıp kaybolan, bazen bir duruşta açığa çıkan, zihinde ulaşılan en üst yeni haldir ve ancak kendisi yeni bir hale doğru değişmedikçe, değiştirilemez bir gerçektir. İşte sanat tüm biçimlerin ardında var olan o özü açığa açığa çıkarma peşindedir.
Dolayısıyla sanat elbette ki doğayı taklit etmenin çok ötesindedir. Ama her gerçek sanat eseri, ardındaki o özü, ancak, yine bir özle görülebilecek şekilde kendine gizlemiştir. Görebilmek ümidiyle.