Yapı ve Yasa adlı ilk kitabıyla okurlarıyla buluşan Duran Emre Kanacı ile kitabı ve edebiyat yolculuğu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle okumanızı diliyoruz.
Edebiyatla, öyküyle kesişen yolculuk hikâyenizi öğrenebilir miyiz? Nasıl başladı bu yazma serüveni?
Öncelikle beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim. Okunmak, yazdıklarınızın üzerine konuşmak çok keyifli. Yazdıklarıma daha önce bakmadığım yerlerden bakıldığını görmek, okurun zihninde canlanan imajı anlayama çalışmak iyi pratikler. Sorunuza gelince, edebiyata hevesli insanların ortak özelliği genellikle erken yaşta edebiyat ve sanatla tanışmaları gözlemlerime göre. Bende de aynısı oldu. Çok okuyan bir çocuktum, evde kitap okunmasının bunda payı vardır. Sonra yazıdaki tür ayrımlarını keşfettim, yazan kişi için hepsinin kendine özgü olanakları vardı. Çok roman okudum ama çok öykü yazdım. Bunun sebebi öyküyü daha rafine bir dal olarak görüp ona ulaşmak istemem. Biliyorsunuz, öyküye harcanan emek gerçekten çok fazla. Bir roman da yazabilirdim ama yazın hayatının başlarında insan nerede çok yazdığını, yazıda yüklerden nasıl kurtulacağını kestiremiyor bana göre. Okuduklarımızda sık sık görüyoruz bunu. Öykü bu anlamda da bir pratikti benim için.
Yapı ve Yasa’da öykülerinizin bazıları birbiri ile bağlantılı. Örneğin ‘‘Filler’’ öyküsü ile ‘‘Yumurtalar’’ öyküsünde olduğu gibi. İki öyküde aynı karakterlerin, zamanın akışını farklı olaylarla yorumladığını görüyoruz. Bir öyküde hikâyesinin bittiği sanılan karakter başka bir öyküde karşımıza çıkıyor. Yemliha’nın farklı öykülerde karşımıza çıkması gibi. Özellikle Yemliha uzun bir öykünün karakteri olabilecek özelliklere sahip. Neden bu karakter uzun bir öykü değil de birkaç kısa öyküde çıkıyor karşımıza?
İkilik hallerini seviyorum. Bir elmanın diğer yarısı, aynadaki akis, perdenin ya da duvarın ardı, bilinç ve bilinçdışı. Böyle birçok motif sinmiş kültür hayatımıza. Gözlemcilerin, zaman ya da mekânın benzer tema ve olaylar etrafında yeniden şekillendiği kurgular heyecan veriyor bana. Bu yüzden bazı öyküleri ki bunlar bende hikâyesi henüz tamamlanmamış karakterler içeriyor, yazmaya devam ediyorum. Filler ve Yumurtalar örneğindeki dedektif bey Filler’deki ruh haline nasıl evrildi onu yazmak istedim Yumurtalar’da. Ancak o zaman zihnimdeki hikâyesi tamamlandı. Zaman akışının farklı olması ve bağlı öykülerin kitapta peş peşe gelmemesi ise tekdüzeliğe kaçmak istemediğimden. Öykülerin sıralamasını bilinçli olarak bu şekilde ayarladım yani. Okur iki öykü arasında nefes alsın, başka dünyalara girip çıksın da ikinci öyküye öyle varsın istedim. Sonra dönüp ilk öykünün hissettirdiklerini yeniden ölçüp biçsin, ikinciyle karşılaşınca doğacak farklı duygu durumlarını deneyimlesin. Yani okurun zihninde bir yapı inşa edilsin ve bu yapı işin diğer yüzünü görünce sağlamlaşsın (ya da yıkılsın). Diğer bağlı öykülerde de amacım buydu. Bu sebeplerle biraz daha anlatmak istediğim zaman ortaya bir karşı öykü çıkıyor aynı karakterlerle. Ama ölçülü ve planlı yine, hem teknik hem de kurgu açısından birbirini aynalayan öyküler. Çok bir duygusal bağlılık hissetmiyorum yani, illa bu karakteri biraz daha anlatmak zorundayım diye. İşin benim tarafımdaki teknik, inşa kısmını dolduruyor, tatmin ediyor diye yazıyorum bağlı öyküleri. Mesela Bukağı’da öyle bir tamamlanmışlık hissediyorum ki artık o karakterin dünyasından bir kelime dahi yazmak istemem. Ne demek istediğimi bence anlıyorsunuz o öyküyü düşününce. Yemliha’da durum çok farklı yalnız. Oyuk ile beraber orada bir dünya kurdum ve muhakkak tekrar ziyaret etmek istiyorum, daha uzun soluklu olacak şekilde. Bunun altyapısını da kendi çapımda, o dünyanın sınırlarını kitapta olmayan başka öykülerime çekerek kurmaya çalıştım.
Karakterler ile söyleşimize devam edelim isterseniz. Yazar için elbette tüm karakterleri çocuğu gibidir ama bir nebze bile olsa yaratıcısı için öne çıkan bazı karakterler vardır diye düşünüyorum. Sizin öykü karakterleriniz içinde diğerlerinin önüne geçen, öyküyü sonlandırmanıza rağmen sizin için yaşamaya devam eden bir karakteriniz var mı?
Dediğim gibi Yemliha çok farklı bir karakter benim için. Çünkü o benim toprağımdan tasalı bir kadın ve kadının tasası ne zaman biterse onun da hikâyesi o zaman bitecek. Yani ne kadar acı da olsa o, öykü sonlanmış olmasına rağmen yaşamaya devam ediyor.
Karakterlerim genel olarak gerçek hayatta karşılaşsam arkadaş olabileceğim kişiler. Mesela Balık Tutmak’taki ya da Pendname’deki gençlerle zaman geçirmek isterdim. Ama sorunuza dönersem, kitaptaki karakterlerin büyük bir çoğunluğu miadını doldurdu. Şimdi zaten okurun oldular.
Öykülerinizin temelinin iyi bir gözleme dayandığını görüyoruz. Gözlemin öyküdeki yeri ve öneminden biraz söz edebilir miyiz? Duran Emre Kanacı bu gözlem yeteneğini nasıl geliştirdi?
Teşekkür ederim. Şimdi düşününce buna iki sebep bulabiliyorum. İlki yetiştirilme tarzından geliyor bence, ailemde de çevremde de mütevazı Anadolu çocukları oldu çoğunlukla, davranışlarımızın sonuçları neler olur, başkalarında ne gibi hisler uyandırırız diye düşündük hep. Bu da olaylara başkasının gözünden bakma refleksi doğurmuş olabilir. Tabii “başkası ne der” aşamasına ulaşmadığı sürece bence sağlıklı bir refleks. Bir diğer sebebi de zamanında psikoloji bilimiyle tanışmış olmam, onun edebiyata nasıl sirayet edebildiğini ustalarından nispeten öğrenmem. Bu hem kendi içimize hem de karakterlerin zihnine inanılmaz kapılar açıyor. Bu ikisinin sonucunda insan davranışlarını, insan ilişkilerini iyi yazabildiğimi düşünüyorum kendi çapımda. Gözlemin öyküdeki yeri bana göre bu, davranışı kestirebilme. Eşya bir şekilde yerini buluyor öyküde. Davranış biliminde de bu böyle, çevre şartlarını değiştiriyorsunuz ama deneğin, deney sonucunda hangi davranışı ne seviyede göstereceğine dair önceki gözlemlerden doğan bir beklentiniz var hep.
Yani hiçbir zaman mesela bir köşe başında oturup kim ne yapıyor, neyi nasıl konuşuyor diye gözlemde bulunmadım ama belirli olaylar karşısında kim ne düşünür ne hisseder, çok düşündüm. Zaten öykülerimde de belirli olaylar dizisi okuyorsunuz, içerisinde öyle afili cümleler, alıntı yapılacak paragraflar falan hiç yoktur. Beni ilgilendiren şey bu olayların sizde uyandıracağı hisler, size kurduracağı afili cümleler belki de.
‘‘Bukağı’’ adlı öykünüz beni en fazla etkileyen öykülerden biri oldu. Sahipsizlik izleği üzerine kurgulanmış bir öykü diyebiliriz. Kısacık bir öyküde birçok alt metin var ve bukağının birden fazla sözlük anlamı söz konusu. Bu öykünün yaratılış sürecinden ve Albert Camus’nun Yabancı adlı kitabına yaptığınız göndermeden söz edebilir misiniz?
Öykü yazarken her ne kadar bireyin sorunlarına odaklansam da bunu bireycilikten uzak kalarak yapmaya çalışıyorum. Hiçbir problemin öznel ve biricik olmadığını, onları toplumun, geleneğin, siyasetin doğurduğunu ben de çok evvel anladım. Burada bireycilik, hayatın birçok alanında olduğu gibi edebiyatta da kullanıldığı ve bana göre çok da tehlikeli olan haliyle. Bireysel problemlerle başa çıkmada kendi varoluşunun önemini fark ederek bilinç kuvvetlenmesi yaşamak, peki, çok güzel, ancak bu işin bir de çok daha sık rastlanan diğer yüzü var, bu yaklaşımla problemlerin insanın etrafına bir duvar örüp onu orada yalnız bırakması ve boğması. Bu bir zamanlar benim de öyküde düştüğüm bir tuzaktı, karakterin çıkmazlarının onu intihara kadar giden bir yola yalnız başına sürüklemesi. Birçok yeni öyküde de bunu gördük son yıllarda, eskinin öyküsündeki bireyciliğin modern ve bana göre biraz da çarpık tezahürü. Sonsuz açmazlar, (öğrenilmiş) çaresizlik, kasvet bulutu altında, “bireysel” acılar altında ezilen insancıklar. Hepimiz yalnızız, sorunlarımız tekil. Çare yok, öleceğiz. Hâlbuki bu böyle oldukça dışarıdaki canavar solumaya, bizim ve bizden sonrakilerin etinden beslenmeye devam edecek. Bu kimileri için aile canavarı, gelenek canavarı, politika ya da din canavarı, adını siz koyun. Meursault’un canavara yabancılaşması öykünün çıkış noktası olmadı aslında, fikirlerim onunla bir bağ kurup şekillendi diyebilirim. Çünkü ne güzel yazılmıştır Yabancı. Bukağı da Türk kültüründe önemli bir figür, mesela öyküdeki gibi, kilimlerde çok kullanılan bir motif. Öte yandan çok da detay vermeyeyim ama zehirli, kelime anlamıyla da kısıtlayıcı olabilecek bir figür. Bu diğer anlamlarıyla kullanmaya çalıştım burada. Çünkü onunla boğulan çok neslin olduğunu hepimiz biliyoruz. Öykünün alt metinleri üzerine söyleyebileceğim şey de aslında karakterin bu canavarlardan biriyle verdiği çok kollu bir savaşın örneklendirilmesi. İsyan bayrağını açışındaki sebepleri kat kat açmaya çalıştım. Yorucu, üzücü bir öykü olduğunu biliyorum. Ama karakterlerin sonundan memnunum. Çünkü yalnız değiliz.
‘‘Bağ’’ adlı öykünüzde alışıldık anlatıcıların dışında bir anlatıcı var. İlginç bir kurgu. İlginç bir karakter. Bu açıdan baktığımızda roman öykü gibi edebi metinlerde dil, karakter, kurgu birlikte yol alsa bile, bazen biri diğerinin önüne geçebiliyor. Sizin için bu üç olgudan hangisidir öykülerinizde öncelikli olan? Bu üç unsuru birbirinden ayırmak mümkün müdür?
Bağ benim için de ilginç bir öykü, diğerleri arasında bir denemeydi. Öykücülerimizden okudukça gördüm ki bu üç unsur arasında dinamik bir bağ var, birinin daha aşağıda olması metni sakatlamayabiliyor, bir diğeriyle kaldırıldığı zaman. Yine de benim için bir denge şart, temiz dilli anlamsız bir kurgu okumaktan hoşlanmıyorum. Karakterlerin altı boş olunca maalesef kurgu da ne kadar sağlam kurulmuş olursa olsun bir yerde kopuyor. Çünkü karakter kurguyu nasıl taşıyacak bu şekilde? Sırayla gidersem sade bir dili ve akıcılığı gerçekten çok önemsiyorum. Öykü yazmaya başladığım zamanlarda öykülerin dili çok kapalı, muğlaktı. Bunun sebebi yazdıklarımın “biricikliğinden” geliyordu ama saçmalık tabii. Bu bir iletişim biçimi ve akışı zorlaştırmamak gerekiyor. Temiz bir Türkçe ile yazmak çok zevkli aynı zamanda. Dil burada hem bir araç hem de amaç. Metin, dilden bu iki şekilde de beslenince atmosfer ve kurgu da destekleniyor bence. Karakter konusunda da daha önce bahsettiğim gözlem meselesini kullanıyorum, onların iç dünyalarına dönecek şekilde. Eğer kurgu için gerekli değilse fiziksel vb. hiçbir tasvire gitmiyorum, buna isim de dâhil. Okurken de kendini iyi ifade edebilen karakterleri daha çok seviyorum. Yazıdaki yeri, iyi ya da kötü oluşu fark etmeksizin. Kurgu ise sanırım en çok uğraş verdiğim kısım, fantastik unsurlar yer alsa da öyküde mantık çerçevesinden şaşmamaya çalışıyorum, okur sözleşmesine göre okur o dünyayı zaten gerçek bir dünya olarak kabul edecek ama olsun. Mesela Bağ öyküsündeki ölüm sonrası dünyanın da kuralları belirli olsun, koşullar sağlandığında deneyle tekrar edilebilir olsun. Ya da bir karakter, onun zamanında henüz keşfedilmemiş yurtlarda dolaşmasın, mutfaklara henüz girmemiş bir tür meyveyi tatmasın. Şimdi bakınca saydığınız üç olgunun da önemi farklı sebeplerden dolayı benim için büyük. Çünkü hepsiyle beraber uğraşmak işin zevkli işçilik kısmı zaten.
Yapı ve Yasa terazinin dengesinin farklı bir kurgu ile anlatıldığı, kitaba da adını veren bir öykü. Adaletin ana izlek olduğu bu öyküde aile yapısını dile getirmişsiniz. Bu öykünün yazılış sürecinden söz edebilir miyiz?
Bu öykü benim için özel bir öykü, kitaptakilerin en eskisi. Ferit Edgü’nün hevesliler için yarım bıraktığı öyküler vardır, bu da onlardan biri. Yarısına kadar benim değil yani. Ama sonunda benim oluyor işte. Bu da ustanın bizimle paylaştığı zenginliklerden biri. Birçok öyküm ailedeki ya da yakın çevredeki ilişkilerin açmazları üzerine bir bütünlük oluşturuyor, bu öykü de benzer temalarda bir sorgulama içerisinde. Tabii insan farklı zamanlarda farklı öyküler yazarken bunu idrak edemiyor ama sonunda böyle bir sonuç çıkıyor ortaya. Yapı ve Yasa içeriğiyle diğerlerinin arasına yerleşebildi, benim yazıya yaklaşımımı bir yapı kurmak üzerinden yansıttığı için de önemli. Yayınevi, kitabın adının Yapı ve Yasa olmasını önerdiğinde bu hislerle memnun olmuştum.
Şato adlı öykünüz daha önce dergimizde yayımlanan bir öykü. Farklı dergilerde de öyküleriniz yayımlandı. Buradan yola çıkarak öykülerinizi kitap dosyası haline getirene kadar nasıl bir yol izlediğinizi sormak istiyorum?
Deneyimlediğim için söylüyorum, dergilerden başlamak çok önemli gerçekten de. Diğer öykücülerle bir alana yerleşiyorsunuz, yeni insanlarla tanışıp onların gözünden de edebiyata bakmaya başlıyorsunuz. Ben başta ilk öykülerimi dosya haline getirip yayınevlerine gitmiştim ama sonra bunun doğru olmadığını anladım. Sadece tanınmadığınız, sağlam bir edebiyat çevrenizin olmadığı ve dolayısıyla kitabınızı satın alacak bir okur kitlesi de olmadığı için değil (geçmişte bunun kimi yayınevleri için en önemli şey olduğunu öğrendiğim için burada söylüyorum), aynı zamanda henüz bir elekten geçmediğiniz için de. İyi dergiler, her ne kadar edebiyata hâkim olsalar da yakın çevremizin sunamadığı iyi bir öğrenme alanı sunuyor. Bence hiç tanımadığınız dergicilerle bu işe başlamak da sanatçı kibrinin yontulma alanı. Dergilerde yer alabilmek kolay değil, uzun ve yorucu bir süreç bu da ama bu işe başlayan herkesin, dergilerde “yer tutmak” yerine “yer almayı” deneyimlemesini gönülden isterim. Emeğin güzeli. Sonra kaleminiz zaten fark ediliyor, ben de bazı öykü seçkilerine kibar davetlere icabet ederek girdim ama bu işin en son aşamasıydı, başta bizim gibi insanlar için durum asla böyle değil.
Ben yazmak için yazarın bir meselesi olduğuna inanıyorum. Nedir Duran Emre Kanacı’nın meselesi?
Bu tabii zor bir soru. Bahsettiğim gibi ben duygu yüklü olduğum için, anlatacaklarım çokça olduğu için yazmıyorum. Ben bu uğraşın daha nicel, zihnimi zorlayan matematiksel kısımlarıyla ilgileniyorum. Bu yüzden mesela Bukağı’yı okuyan birinin gözünden süzülen bir damla yaş benim için bir nişan J Çünkü bu, yapının nispeten iyi kurulabildiği anlamına geliyor. Bu demek değil ki bütün öykülerim böyle kurulabilmiş, tam aksine uğraşmaya devam ediyorum. Bu illa farklı bakış açıları, inanılmaz kurgular, sonra metinde işin ustalarına öykünüp de abuk subuk oyunlar kurmak vs. demek değil. Her seferinde ufak ufak yenilikler denemeye çalışıyorum. Zaten iyi öykücülerde fark ettiğimiz bir şey bu, gerek dönemden gerek daha şahsi sebeplerden hep bir değişim söz konusu olmuş onların kaleminde. Ben de onların izinden gitmek istiyorum, uğraşarak. Mesele kısmına gelince de işte bütün bunları yaparken ortaya anlamlı bir ses çıkması için çalışıyorum. İnsanın hem kendisiyle hem de toplumla ilişkisini mesele ediniyorum, onlara farklı yönlerden bakmaya çalışıyorum. Elbette konu edindiklerime dair benim de fikirlerim var, kurulu bir politikam var. Bunu didaktiklikten uzak, yine de silik olmayacak şekilde yansıtmaya çalışıyorum.
Yazmak isteyenler için önerileriniz nelerdir? Bu konuda verilen ilk öneri, çok okuyun olmaktadır. Çok okumak, yazmak için yeterli midir sizce? Bir yazar çok okumanın haricinde nelerden beslenmelidir?
Çok okumaktan ziyade neleri hayatımızın hangi döneminde okuduğumuz önemli galiba ve de nasıl okuduğumuz. Gerçek anlama ulaşmak için çapraz okumalar yapmak, en azından başı kitaptan kaldırıp yazılanlar üzerine bir düşünmek. Bunlar üzerine söylenecekler çoktan söylenmiş ve kolay ulaşılabilir, ben öğüt verecek konumda değilim bu konularda. Benim, bana benzer genç heveslilere önerim bir an önce o ilk yazarlığın, kalemi ciddi manada ele almanın verdiği duygusal yoğunluktan çıkmaları. Çünkü insanın yazarken özel hissetmesi, yazdıklarını çok önemsemesi ve sevmesi bence başta sık düşülen bir hata. Gerçi yalnız başta değil, hâlâ kimilerinde sık gördüğümüz bir hata. Yazdıklarımız özel değildir ve hepimiz bu yolda birer öğrenciyiz. Kendimize bir şeyler anlatmak istiyorsak o bize kalabilir hep ve konuştuğumuz kurgu, teknik gibi detaylar çok da önemli değildir orada zaten ama başkalarına bir şeyler anlatmak istiyorsak bence öznel etkilerden biraz daha uzaklaşmak gerekebiliyor.
Bir de bazısının şımarıkça tukaka etmesine rağmen yazı atölyelerine katılmayı tavsiye ederim. Burada farklı üsluplar görmenin, öyküleriniz hakkında, ilgili yabancılardan fikir almanın değeri paha biçilemez.
Her yazarın etkilendiği, kendine yakın bulduğu yazarlar vardır. Sizin yazım yolculuğunuzda etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir?
Kısaca seçmek gerekirse öykücülükte, zamana da yayarak elbette Sait Faik, Vüs’at Bener, Tomris Uyar, sonra daha yakınlardan Murat Gülsoy, Cemil Kavukçu, Faruk Duman öyküleri. Cortazar ve Raymond Carver. Birbirinden çok farklı ama beslenmek için inanılmaz kaynaklar hepsi.
Bilge Karasu ile çok geç tanıştığım için de pişmanım, bu notu ekleyeyim.
Teşekkürler
Ben çok teşekkür ediyorum.
Duran Emre Kanacı
1993 Adana doğumlu. Genetikçi. İstanbul Üniversitesi’nde başladığı temel bilimler eğitimine Boğaziçi Üniversitesi’nde devam etti. Doktora çalışmalarını yine aynı üniversitede sürdürmekte. Sinirbilim alanı üzerine çalışıyor. Aynı zamanda Bahçeşehir Üniversitesi’nde geleceğin bilim insanlarının eğitimine katkıda bulunuyor. Hem bilimde hem edebiyatta okuyor, yazıyor. Öyküleri Sözcükler, Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Parşömen gibi dergilerde yayımlandı.