‘’Tüm iyi hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.’’- Tolstoy
Amerika’nın işsizlik ve yoksullukla uğraştığı zamanlarda gezici bir kumpanyada çalışmaya başlayan Stan hem kendi hikâyesini başlatacak, hem de orada çalışanların hikâyelerini değiştirecektir. Tolstoy’un sözünde olduğu gibi, bu filmin hikâyesinde iki sebeple başlar.
Filmin başlarında kumpanyada ‘geek’ olarak gösterilen kişinin, gösteriyi izlemeye gelenlere ‘insanla canavar arası bir varlık’ gibi tanıtılması, aslında izleyeceğimiz hikâyenin genel bir özetidir. Aynı şekilde bu kişinin ‘ben böyle biri değilim’ diye sessizce haykırması da Stan’in yolculuğunun temelini oluşturur.
Nedeni tam olarak açıklanmayan biçimde yolu kumpanya ile kesişen Stan, orada çalışan herkesle kısa zamanda arkadaş olur ve gösterilerin arka planlarını öğrenir. Önceleri ‘geek’ ile ilgilenen Clem’le çalışan Stan, ardından medyumluk oyunları yapan Zeena ve Pete ile yakın ilişki kurar. Zeena olarak karşımıza çıkan Toni Collette, kısa sahnelerinin içini doldurmakla kalmıyor, aynı zamanda rolünün gerektirdiği gizemli ve dominant kadın figürünü başarıyla omuzluyor. Film boyunca kafa karıştıran bir karakter olarak da hafızalarımızdaki yerini alıyor ve Stan’i kocası Pete ile tanıştırarak hikâyeye ilk boyutu ekliyor. Başlarda sessiz ve uysal görünen Stanise Pete’den öğrendiği zihin okuma numaraları sayesinde büyük bir değişime hızla giriyor.
Filmde Clem rolüyle karşımıza çıkan Willem Dafoe, donuk suratı ve belirgin yüz hatlarıyla bizi, kumpanyada gösteriler yapan biri olduğuna çabuk ikna ediyor. Üstüne Bradley Cooper’ın kendinden emin oyunculuğu da eklenince, ikilinin sahneleri merak uyandırıcı bir havaya bürünüyor. Diyaloglardaki tekinsizlik ve “acaba şimdi ne olacak?” duygusu, sahneler arasındaki dinamiği sağlayan en önemli etken olarak göze çarpıyor bu esnada. Ve Stan’deki değişim, bu gizem perdesinin arkasında gittikçe büyüyor.
“İnsan kendi yalanlarına inanıp onları gerçek sanınca gözüne bir perde iner” cümlesi, Pete’inStan’e ilk uyarısı oluyor. Ancak Stan, zihin okumanın insanlara ‘umut’ verdiğini düşünmektedir. Bu umut verme işi, geleceğini öğrenmek isteyen, geçmişinden kurtulamayan ya da ölen bir yakınıyla iletişim kurmak isteyen günümüz insanının, kandırılmayı bile göze alarak vazgeçemediği arayışıyla benzer bir kıvamda sunulur film boyunca.
Stan kendini zihin okuma işine verdikçe hırslanır ve hırslandıkça kumpanyadan ayrılma isteği de bir o kadar artar. Öğrendiği bilgilerle, kumpanyada tanıyıp âşık olduğu Molly eşliğinde bir yolculuğa çıkar. Molly karakterini canlandıran Rooney Mara, film boyunca jest ve mimikleriyle değil de daha ziyade gözleriyle konuşturuyor oyunculuğunu. Bradley Cooper’ın kendinden emin tavrı ve çekiciliği ile Rooney Mara’nın anlamlı bakışları bizleri yavaşça filmin sonuna hazırlar. İkili, döneminin gözde ve şık şehirlerine gider. Bu şehirlerde bulunan lüks otellerde sahneye çıkan Stan, Molly’nin yardımıyla insanları şaşırtmakta ve ilgi çekmekte hiç zorlanmaz.
Günümüzde de bu tarz olaylar, eğlence olarak herkesin gözü önünde olmasa da meşru bir konuma sahiptir. Artık sosyal medya üzerinden insanların geleceklerini öğrenmeye çalıştıklarını düşünürsek, filmin ait olduğu zamanı sorgulamayı derhal bırakırız. Aslında “Kâbus Sokağı”, “dümen aynı dümen” diyerek bunun da cevabını verir. Değişen şey ise zaman ve kandırma araçlarıdır. İnsan olarak bazı kırılgan anlarımızda kandırılmaya ihtiyaç duyduğumuz gerçeğini, filmde psikiyatrist Lilith bize gösterir. Zihin okuma ya da ruh çağırma yöntemiyle değil de, bilim sayesinde ruhlarımızın iyileşeceğinin bir sembolü olarak Stan’in tam karşısında durur. Cate Blanchett’in canlandırdığı Lilith karakteri o kadar gerçekçi ve canlıdır ki, adeta filmin imzası olur ve bir anlamda “Kâbus Sokağı”’nın kâbusları psikiyatrist Lilith sayesinde oluşur. Cate Blanchett’in oyunculuğunu zirveye taşıyan şey, canlandırdığı karakter gibi cesur olan performansıdır aslında.
Psikiyatrist ve zihin okuyan biri arasındaki tezatlık, büyük bir çatışma ile hikâyedeki kartların yeniden dağıtılmasını sağlar. Mesaj nettir aslında: Psikiyatristler konuşma açısından güzeldir ama bizlere gelecekten ya da kaybettiklerimizden bir mesaj veremezler. Zihin okuyan kişiler ise bizlere duymak istediklerimizi söyler. Yani kandırılmaya duyduğumuz ihtiyaç, ruhlarımızı tedavi etmeye duyduğumuz inançtan daha kuvvetlidir.
Stan, işte bu inançtan beslenerek ününe ün katar. Zengin kişilerle tanıştıkça onların güvenini kazanarak ruhlarını kandırır. Ona bu kandırma işinde ise psikiyatrist Lilith yardım eder. Fakat bu yardımın karşılığında Stan’in psikolojisini incelemek ister. İki tezadın yaptığı iş birliği filmi çok farklı bir noktaya taşır. Stan, Lilith sayesinde zengin hastaların geçmişini öğrenir. Lilith, Stan sayesinde onun ruhunu gözlemler. Ve bizler de Stan’in amacını ne kadar net görebiliyorsak, Lilith’inkini de bir o kadar fark edemeyiz.
Stan, çıktığı bu yolculukta kazandığı paralar sayesinde daha da saldırganlaşır ve yavaşça içindeki canavarı ortaya çıkarır. Artık kendi yalanlarına inanan bir adam olup çıkmıştır. İşsizliğin ve yoksulluğun kol gezdiği zamanlarda para kazanan bir kişi elbette ki kazandığı paraları elinde tutmak isteyecektir. Kişinin bunun için feda etmesi gereken şey ise ruhudur. Bu uğurda ruhunu feda eden Stan, yavaşça asıl kişiliğine doğru yol alır.
BEN BUNUN İÇİN YARATILDIM
Bugüne kadar bizi kurduğu fantastik dünyalarla büyülen Guillermo del Toro, “Kâbus Sokağı”’nda daha gerçekçi bir zeminle karşılar bizleri. Bugüne kadar onun filmlerinden öğrendiğimiz en büyük mesaj, canavar aramak için fantastik ya da gotik mekânlara bakmak yerine yanı başımızdaki insanlara bakmak oldu. Son filmi “Kâbus Sokağı”’nda ise kamerasını şaşaadan kaçınan ama kendi içinde büyüleyici olan kumpanyaya çevirir. Böylelikle bizler kumpanya dâhilinde ‘asıl canavarın kim olduğunu’ izlemeye başlarız.
İnsanların hayatlarını küçücük olaylar değiştirebilir. İçimize attıklarımız gün gelir ruhumuzu ele geçirir. Bir ‘umut’ uğruna, yapmam dediğimiz şeyleri yapmaya kolayca ikna olabiliriz. Çünkü bizi felakete sürükleyen de mutlu olmaya iten de aslında umuttur. Hayatlarımızın nasıl olacağını, ne yönde ilerleyeceğini umut ederek öğrenmeye çalışırız. Bu uğurda ise bazen kandırılırız ve pişmanlıklarımızı örtmek için geçmişle bağ kurmaya çalışırız. Bazen öyle bir ân gelir ki umudumuz zaaflarımıza yenik düşer. Yolculuğun sonunda ise asıl olacağımız kişiye dönüşürüz.
İyisiyle kötüsüyle bizi bize anlatan bu film, mesajını yavaşça ama etkili bir şekilde veriyor. Geçmişin, zaafların ve umutların harmanlanarak anlatıldığı “Kâbus Sokağı”’nı merak eden herkese şimdiden iyi seyirler dilerim.