Gündemi takip ederken zihnime sürekli şu soru takılıyor: Bu insanlar neden tek yönlü düşünüyor? Tek yönlü düşünmek derken kastetmek istediğim; saygı, empati, hoşgörü ve anlayış olmadan sadece kendini düşünenler! Sevgili okurum, bugün köşe yazımın gündeminde hayvanlara yapılan şiddet algısı yer alacak. Yazıma başlamamın nedeni tam olarak da bu bencilliğin bir yansıması, arka ürünüdür. Hem fiziksel hem de sosyal hesaplara kadar taşınan “köpekler öldürülsün, sokaklarda barınmasınlar” benzeri kötümser söylemlerde bulunanlara karşın söyleyeceğim ve söyleyeceğimiz çok şey olmalı. Sadık Hidayet’in yedi hikayesinden oluşan Aylak Köpek kitabından, üzerine tartışmamız gereken bir cümle söylemek istiyorum: “Dünya tüm rengini yitirip silikleşti. ”Bir canlının ölmesini isteyecek kadar vicdanını yitirmiş insanlara karşı gardını alan dünyanın, bize sunacağı doğallıkları esirgemesinin ne kadar doğru olduğunu düşünmekteyim.
İran Edebiyatının en iyi psikoloji roman yazarı olarak kabul edilen Sadık Hidayet’in Aylak Köpek kitabı, 1942 yılında Tahran’da basılmıştır. Kitapta yer alan ilk hikâye, kitaba da ismini veren “Aylak Köpek” tir. Pat isimli köpeğin insanlar tarafından yaşamış olduğu acımasız işkenceleri okuduğunuzda, köşe yazımda anlatmak istediklerimi ve çevremizdeki canlılara karşı daha duyarlı olmamız gerektiğini çok iyi anlayacağınızı umuyorum.
Pat, ne zaman bir dükkânın önünde ve bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförden, sütlaç satan çocuktan ya da fırıncının çırağı tarafından şiddete maruz kalıyordu. Dolayısıyla her şeye korku içinde yaklaşıyor ve özellikle insanlardan kaçarak çöplüklere sığınmak zorunda kalıyordu. Pat, yaşadığı travmalardan dolayı insanlar tarafından cehenneme çevrilmiş yaşamını tedirginlikle ve huzursuzluk içerisinde geçirmekteydi. Bu noktada, iki karşıt duygunun kavgasını da bize ustaca aktaran bir kitap “Aylak Köpek. ”Sahibinin onu bırakıp gitmesi endişesiyle birlikte, onu aramaya geleceğinden de ümitli olan bir köpeğin içerisinde bulunmak zorunda kaldığı karmaşık duyguları bize anlatan Sadık Hidayet, tam bu noktada kendimize şu soruyu sormamızı sağlıyor: “Hayvanlara şiddet uygulayanlara neden tepkimizi göstermiyor da şiddet gören hayvanın cinsine bakarak onlara saldırgan, tehlikeli, vahşi ve yırtıcı diyoruz? Ve dahası bu sıfatlara sırtımızı dayayarak, o hayvanın görmüş olduğu şiddeti hak ettiğini neden düşünüyoruz?”
Sevgili okurum, “Aylak Köpek” kitabını okumak ve okudukça bir hayvanın görmüş olduğu saygısızlığın nelere yol açabileceğini anlamak isteyenler için hikâyenin ayrıntılarına fazla değinmedim. Şimdi de “onları dışarıda görmek istemiyoruz” söylemine bir göz atalım istiyorum. Bizler evlerde yaşıyorsak, canlılar da doğal çevrede yaşıyorlar. Hal böyleyken hayvanları evlerinden kovmak, değerlerini kaybetmiş bir insanın yapabileceği bir davranıştır ve bunun izahı olmaz bence.
‘’Sokak hayvanı’’
‘’Başıboş köpek’’
‘’Vahşi hayvan’’
Sevgili okurum, tırnak içerisinde belirtmiş olduğum bu tür haber başlıklarına maalesef ki aşina olduğunuzu biliyorum. Bir hayvana veyahut insana takılan nitelendirme sıfatlarına alışmamalı ve alıştırılmamalıyız. Daha önceden de söylediğim gibi; doğada yaşaması gereken bir canlıyı evi olan sokaktan ve ormandan kovamazsınız. Üstelik bu canlıdan bahsederken sanki kötü bir şeymiş gibi sokak hayvanı denilmesi yani bu nitelemeye gerek duyulması son derece yanlıştır. Çocukların- yetişkinlerin zihninde olumsuzluğu çağrıştıracak bir sözcüğün, bir cümlenin haber başlığında- haber metninin içerisinde yer alması, gazetecilik mesleği açısından etik kurallardan uzaklaşıldığı anlamına gelmektedir. Canlılara uygulanan şiddetin arttığı yirmi birinci yüzyılda, yeniliklerden, teknolojinin ulaştığı noktalardan bahsetmeyi utanç verici bulduğumu söylemek isterim. Peki, bir de 4 Ekim 1912 yıllarına kısa olsa da bir gezintiye çıkmaya ne dersiniz?
Osmanlı İmparatorluğu, hayvanları korumak için 4 Ekim 1912’de İstanbul Himâye-i Hâyvânat Cemiyetini kurdu. İstanbul Himâye-i Hâyvânat Cemiyeti’nin en önemli özelliği hayvanları korumak için kurulan ilk dernek olmuş olmasıdır. Bir diğer güzel yanı ise Osmanlı döneminde hayvanları korumak üzere çıkartılan kanunların olmasıdır. Kanunlarda ayrıntılı bir şekilde hayvanların hakları yer almıştır. Gezintimize bir mola vermek ve bu mola esnasında rahatsızlık duyduğum bir cümleyi de ayrıca belirtmek istiyorum: “Hayvanlara tanınan haklar.”
Açıkçası canlılara bir hak tanıyacağımız ve bu hakkı da kendimizde bulacağımız düşüncesine çok uzağım. Bir canlı varoluş serüveninden itibaren zaten kendi haklarına sahiptir. Dolayısıyla daha ince düşünerek bunu eylemlerimize ve söylemlerimize yansıtmamız gerekiyor. Sevgili okurum, dilersen molamızın hemen ardından gezintimiz sürecinde çıkarmamız gereken o derse dönüş yapalım. Canlılara gösterilmesi gereken hassasiyet, kurulması gereken empati ve merhamet. Osmanlı döneminde böyle güzel duygular filizlenmiş iken günümüzde şiddetin her türlüsünü görmemiz ve bazı şahısların zorbalıklarını masum canlılar üzerinde göstermiş olması üzücü bir durum. Şiddete karşı çıkmanın asil bir davranıştır olduğunu unutmamalıyız. Şiddeti savunmak ise insanlığın yitirildiği aşamadır. Sevgili okurum, en güzel duygularla var olman dileğiyle…
Kaynak: Yapı Kredi Yayınları, 2000
Çeviri: Mehmet Kanar