“Avrupalılar için Türkleri anlamak hayli zor” demişti bir tercüman arkadaşım. Ben de konuyu nereye getireceğini az çok kestirebildiğim için, “Sadece Avrupalılar için mi?” diye soruya soruyla karşılık vermiş, beni düşündüremediğini ama güldürmeyi başardığını ona ispatlamıştım. Sonra laf lafı açtı, konu bir şekilde tatil için Türkiye’yi seçen turist bir kadının ona anlattıklarına geldi. Kadının ülkesinin bir önemi yok ama kafasına takılan sorular, adeta yurdum insanının ruhunun röntgeni gibi. Arkadaşımla hem konuştuk hem de bu röntgeni dalgın bakışlarla seyrettik durduk. Ama hastalığın teşhisini koyamadık. Bakalım siz koyabilecek misiniz?
Minik ve oldukça şirin turistik beldemizde, insanları sanata karşı özendirebilmek adına, belediye tiyatro günleri düzenlenmiş. Bilet yok, ücret yok. İsteyen herkes gidip seyredebilir. Hikâyeye konu olan turistimizin de ilgisini çekiyor bu durum ve hiç Türkçe bilmemesine rağmen tiyatroya gidiyor. Çünkü sanat evrensel. Ve bir insana pekâlâ kelimeler olmadan da bir şeyler anlatabilirsiniz, kadın da bunun bilincinde. Ama ne acıdır ki, tiyatro seyretmeye gelen kişi sayısı on kişiden biraz fazlaymış. Neden diye sormuş tabii kadın. Oyunun nahoş karşılanacak özel bir durumu olabileceğinden şüphelenmiş haliyle. Elbette ki öyle bir şey yok. Gayet güzel, akıcı bir oyun bahsi geçen. Kadının buna çok şaşırmasını arkadaşımla ben doğal karşılıyoruz ama ona verebilecek doğru dürüst bir cevabımız da yok. “Ne söyleseydim?” dedi arkadaşım. Bunu söylerken elleri havadaydı, yardım ister gibi. Bir süre süzdüm onu, bıyık altından gülümsedim hınzır hınzır ama uygun bir yalan bulamadım ben de. Galiba bu konularda hayli beceriksizim.
Oyun bitince sahile doğru yürümüş kadın. Hafif şiddetini arttıran rüzgârın tılsımına kapılarak denize ve denizi karşılayan berrak gökyüzüne bakakalmış. Gördüğü manzarayı “Van Gogh yaşasaydı ve gördüklerimi görseydi, kesin resmederdi” diyerek övmüş. Buraya kadar her şey masum. Sorun buradan sonra başlıyor. Yanına gelen kara yağız bir Türk delikanlısı başıyla selam vermiş önce. Konuşacak sanmış tabii kadın. Evet konuşmuş delikanlı ama nasıl? İki işaret parmağını birleştirip birbirine sürtmüş ve “You, me disco?” diye özetlemiş gönlünden geçenleri. Bu kez kelimeler varmış ama cümle yokmuş ortada. Yine arkadaşımla benim için anlaşılması kolay fakat karşı tarafa aktarılması çok zor bir durum bu. Kadın da anlamış adamın niyetini anlamasına ama tercüman arkadaşıma soru sormaktan da geri kalmamış: “Ücretsiz tiyatro oyununa gitmeyen bir adam, içki ücretlerini ödeyerek benimle diskoya gitmeyi neden bu kadar çok istiyor ki?” Tabii “Bu kadar çok” kısmı bir hayli vurgulu çünkü yaklaşık beş dakika kadının peşinde dolanıp ısrar etmiş adam. Şaşırdık mı? Elbette hayır.
Ertesi gün alelade plajlardan bir tanesine gitmek yerine, ıssız, bakir bir koya gitmeyi tercih etmiş kadın. Yolu bulmak için yardım almış.Ancak bu sefer yaşadığı şok, önceki gece gördüklerinden çok daha büyük olmuş.Kafaçekmek için gelen üç kafadar görmüş kayalıklarda. Ve kendisi gibi doğanın en savunmasız halini görmeye meraklı, birbirinden bağımsız iki aile daha varmış orada. Yemişler, içmişler, eğlenmişler. Hatta turist kadını görünce ona da yanlarında getirdikleri yemeklerden ve karpuzdan ikram etmişler. Sonra kadın kayaların üzerinde düz bir yer yer bulup güneşe bırakmış kendisini. Kızgın güneş derisini kırmızıya boyarken, kulağına çarpan dalga sesleri gerçekleri bir bir fısıldıyormuş ona sanki. Kaya diplerinden yükselen tuz kokusunu anlatırken bile bu kadar heyecanlı gözükmemiş kadın. Öyle dedi arkadaşım. İçki içenler bira şişelerini, yemek yiyenler de bol miktarda plastik atık, poşet ve karpuz dilimlerini oldukları yere ve denize bırakıp gitmişler. Arkalarından seslenmek istemiş kadın. Hatta elini havaya kaldırıp bir şeyler söylemiş ama bunu fark edenlerden aldığı karşılık “See you” dan fazlası olmamış ne yazık ki.
Bu seferki sorusu daha zordu kadının: “Çöpleri neden oraya bıraktılar? Neden çöp tenekesi yok?” Soruyu işitince kafamı kaşıdım istemsizce. Memleketin her köşesine çöp tenekesi koymanın imkânsız olduğunu, koysak bile o çöp tenekelerini toplayamayacağımızı anlatamayız ona. Ama aslında bunun o da farkında. Sadece kibarlık olsun diye asıl soruyu sormamış, lafı dolandırmış, hemen fark ediyorum. Çünkü asıl çöp tenekesi insanların beyninde. Bunu hepimiz biliyoruz ve asıl soruyu sorarken fazlasıyla utanıyoruz: “Yemek, içmek, eğlenmek için o kadar yol gidip, en temiz, en bakir koyu buluyor insanlarımız. Buraya kadar gösterdikleri gayret takdir edilesi. Ama günün sonunda çöplerini yanlarına alıp, uygun çöp tenekelerine götürüp atmaya çok üşeniyorlar. Boş ver diyebildikleri milyonlarca şey arasında bunun da olması tek bir cümleyle açıklanmamalı.”
Üzülerek söylüyorum. Gerçekten bunun bir mantığı yok. Ama ondan da önemlisi, bu davranış vicdandan tamamen yoksun. Ve kalbin işbaşına geçmediği bir vücutta beyni kullanmanın da bir değeri yok bana göre. O yüzden kadının kafasına takılan iki soru da aynı hastalığa işaret ediyor ama hastalığın adını söylemeye dilimiz varmıyor. Kolay olanı yapıp her zamanki replikleri tekrar etmek başkalarının işi. “Ne var ki bunda?” diyenlere inat, “Ne yok ki bunda?” diyoruz. Mesele büyüyor zihinlerimizde. Ve ümit ediyoruz. Çok inanırsak veya kırk defa söylersek belki bir gün gerçek olur: Bir turistin gözleriyle ülkemize bakıp, yanlışları düzeltmek dileğiyle. İyisi mi biz, yani hepimiz, hep turist kalalım ülkemize.