Ne çok yağmur yağdı dün. Dışarda kaldım. Kapı kapalıydı, dudakların da kilitli. Sıradan bir şemsiye yerine bariz belli olan bir yalan tutuşturmuştun elime. İnanmadım, ıslandım. Sırılsıklam olmak, ölçüsüz sevgimi anlatmaktan çok daha kolaydı. İki kelime bile etmedim, zor olmasın diye. Çektin perdeleri, yaktın florasını. Bembeyaz bir ışığın altında, gölgelerini duvarlara yaslayıp kendi sesinin altına gömüldün. Sesin yükseldi, gölgelerin büyüdü. Nefesini tutup boğulmamaya çalışman sürpriz değildi artık. Sokakta ıslanan sokakta, yatakta uzanan yatakta kalmıştı. Ben ıslandım, sen seviştikçe, yağmur bile acımadı kalbime. Yağmur bile gizleyemedi seni, ben senden daha iyi saklanmışım demek ki.
Sonra ne oldu biliyor musun? Heyecanlandım. Bunca zaman sonra bile seni ilk göreceğim günkü heyecanı tekrar etti kalbim. Ben değiştim, başıma onca şey geldi, unuttum, özledim, küstüm, barıştım, kızdım, güldüm… O duygu değişmedi. Demek ki zaman da kötü bir yalancı, bunu anladım. Dün çok ama çok yağmur yağdı. Ha, bir de ne mi oldu? Annen öldü. Senin annen. Bir kadının annesi.
Kadın. Bir erkek için yerine göre cinselliğin tanımı, yerine göreyse sorumluluklarının sona erdiği yerde var olan bir insan. Hem kadın hem insan. Bazen estetik bazense becerikli. Duruma göre güçsüz duruma göre en güçlü. O bir kadın ve annesi, yani bir kadın öldü. Güne uyanmak, dünü, öncesini tekrarlamaktan daha zordu artık. Güneşten de, onu eve getiren pencerelerden de uzak durmalıydı artık, tıpkı kapı gibi, sokaklar gibi. Hayatı boyunca anne olmayı görevden öte gören, duygularını kimseye bırakmadan önemsizleştiren bir kadın öldü. Ama ölmeden önce, sevmek konusunda cömert, sevilmeyi ise beklentilerinin dışında bırakan bir kadın, başka bir kadını yetiştirdi. Hem de kendine benzesin diye kaygılanmadan, onu insan gibi yaşamaya alıştırarak. Bir kadın öldü. Belki de pek çok ölüm kadar dramatik olmadan. Alelade bir zamanda, olağan bir şeymiş gibi. Arkasında koca bir ömrün sessizliği, önündeyse konuşmaya mecbur bir miras bırakarak. Bir kadın, bir insan, görünmez olduğu uzun yılları tek nefeste sona erdirdi. Yani onu tanıyan herkes üzülebilirdi artık. Ve bir süre özleyebilir, sonra da unutabilirdi.Onun kızı olmak, kadın olmaktan çok daha uzun bir hikâyeydi. Kadın bir şekilde anlatmalıydı bu hikâyeyi. Bu yüzden bir süreliğine erkek sustu, kadın konuştu. Ama o da ne? Yolunda gitmeyen bir şey vardı bu hikâyede. Unutulmuş, hiç akla gelmemiş bir şey:“Kadın uyandığında sesi yoktu.”
Az sonra unutacak yaşadıklarının bir kısmını. Zamanın azlığını biz belirleyeceğiz aslında, o değil. Unutmaya devam edecek ve hatırlamadığı her şeyin yerine yeni olaylar, ilk defa gördüğü yüzler ilave edecek zihnine. Saatin kaç olduğu belli olmasın diye, üzerinden o beyaz saten geceliği hiç çıkarmayacak. Gece mi gündüz mü? Uyku öncesi mi sonrası mı? İki ihtimale çarpıp duran duygu dalgalarının çıkarttığı seslerle çalkalanacak bu ev. Denizden daha gürültücüsü yok. Belki rüzgâr. Ama o konuşmayacak çünkü sesi yok. Konuşsa bile sesi, yalnızca belli cümleleri kurmak için mesai harcarsa duyulacak. Diğer türlüsü yok. Çünkü o bir kadın.
Az sonra pencereye gitmek istermiş gibi yürüyecek odanın içerisinde ama dışarı bakmaya cesareti olmayacak. Sokağa çıkmak yerine, evde tıkılıp kalmanın ve bir süre sonra ezberleyeceği yeni vazifeleri edinmenin adının huzur olduğunu, insanların dudaklarından öğrenecek. Gülümseyecek. İki yana doğru uzayan ağzı mutlu olduğunu ispat ettiği gibi, ses çıkarmak için uğraşmaya gerek duymayacak. Her şey yolunda veya yolundaymış gibi. Çünkü o bir kadın.
Zamanın azlığından yakınmayı bırakınca önce kendini, sonra örnek aldığı kişiyi, annesini anımsayacak. Hayatının unutulanları arasında yer almayan detayların, onu neden zenginleştirmediğine şaşıracak. Her telefon sesi, onun yerine konuşanların bedenini çok yüksek bir yerden aşağıya doğru ittirmeye çalışması gibi gelecek. Düşmeyecek, ölmeyecek ama hep korkacak. Çünkü o bir kadın.
İkinci kez seyrettim “Uyandığımda Sesim Yoktu” isimli oyunu. Hiç âdetim değildir, bir oyun için ikinci yazıyı kaleme almak. Ama bu sefer oldu. Çünkü haklı bir nedenim var.İlk izlediğim oyunla ikinci izlediğim oyun arasında ciddi yorumlama farklılıkları var. Her iki oyunda da hayat verdiği kadının psikolojisini görünür kılmakta olağanüstü başarı gösteren Burcu Görek, tartışmasız dokunulmazlığı alıyor. Yönetmen koltuğundaki Tamer Levent’in oyunun gelişiminde oyunculara verdiği esneklik sahnede açıkça göze çarpıyor. Çok zengin anlatımlı ama oyuncunun kendini bulması ve oynadığı kadına hayat vermesi için bilinçli olarak geniş boşluklar bırakılmış bir metine sahip “Uyandığımda Sesim Yoktu.” Ve Burcu Görek’e eşlik eden Dilara Gül’e gelirsek, anlatacak epey şey var doğrusu.
Kuşkusuz ki ilk izlediğim oyunda birbirine çok benzeyen ve bir kadını tamamlayan, çok uyumlu bir ikili vardı. Bir yanda Burcu Görek’in bitmeyen enerjisi, diğer yanda Dilşad Çelebi’nin ondan aldığı tüm pasları gole çevirmesi. Etkilenmiştim ve oyunun sonuna dek tek bir kadın görebilmiştim. Fakat ikinci seyrettiğim oyunda Dilşad Çelebi’nin yerini alan Dilara Gül, oyuna epey farklı bir perspektif katmış bana göre. Çünkü o da Burcu Görek gibi yüksek noktalara çıkmayı seven ve ters köşeleri olan bir oyuncu. Yani bir tamamlayıcı olup anlatılan kadını bütünleştirmek yerine, duygusal dalgalanmaları deşifre ederek eskisine göre çok daha zengin bir ruh hali sunuyorlar el ele vererek. Oyunun yeni halinde kadına ulaşmaktan çok, onu doğru anlamaya odaklanıyorsunuz. Ve birbirine çarpıp duran,kâh iki doğru kâh iki yanlış gibi Burcu Görek ve Dilara Gül.
Oyun içerisinde çok tesirli iki bölüm var, onlara değinmeden edemeyeceğim. Çünkü izleyicinin farkına varamadığına üzülerek şahit oldum. Birincisi, oyun esnasında sürekli evirip çevirdikleri küveti hareket ettirmek için, birdenbire güçlü kuvvetli vurgusunu özellikle yaparak erkek seyircilerden yardım istemeleriydi. Ve yardım sonrası Dilara Gül’ün ısrarcı ve vurgulu “Teşekkür” tekrarları ile mesaj yerini buldu. Yani en azından bulmalıydı fakat en az oyunun metni kadar değerli olan bu kara mizah dokunuş, çoğu adrese teslim olmadı ne yazık ki. Oysa olağanüstü bir anlatımdı. Her şeyi bu kadar basit ve hepimizin aşina olduğu biçimde anlatabilmek alkışlanasıydı.
İkincisi, sonlara doğru Burcu Görek’in aniden izleyiciye sorduğu bir soruydu. Bu kısmı saklı tutuyorum, ancak oyunu seyrederek öğrenebilirsiniz. Ama okkalı bir tokat niteliğindeydi. Hele ki Burcu Görek’in göz darbelerini izleyicinin yüzüne batırma detayı ile pekişince soru, tesiri iki misli artan bir kurşunu aratmıyordu.
“Uyandığımda Sesim Yoktu”, sadece oyunun zenginliği ve oyuncularının inandırıcılığı ile değil, aynı zamanda rejisi ve tüm ekibiyle de çok başarılı. Asistana bir soru soruyorsunuz, gülümseyerek cevap veriyor. Biletinizi gösteriyorsunuz, görevli arkadaş tüm sempatikliği ile size yardımcı olup “İyi seyirler” diliyor. Bu küçük detaylar bile oyunu sevmenize yardımcı çünkü bana göre tüm oyunlar, sadece oyuncuların omzunda yükselmez. Ekip ne kadar keyifli olursa, izleyici de o kadar hisseder anlatılmak istenen duyguyu. Bu açından şapka çıkartıyorum “Uyandığımda Sesim Yoktu” ekibine. Ve algılarınızı sonuna kadar açarak bütün eleştirel kısmı kavrayacağınız, keyifli bir seyir olmasını diliyorum. Bazı oyunları seyretmemek kayıptır. İşte bu, tam da öyle bir oyun. Benden söylemesi, kaçırmayın.