Üç aydır Wimbledon St. Teresa Hastanesinde yatmaktayım. Burası tipik İngiliz mükemmelliğinde, dik çatılı büyük pencereli, kırmızı tuğladan yapılmış üç katlı tarihi bir yapı.
Bir akşam buzdolabımda yiyecek bir şeyler ararken şeytan dışarı çıkartıp beni o restorana göndermeseydi, muhtemelen yaşamıyor olacaktım. Şansıma evde yalnızken değil de insanların içinde beyin kanaması geçirmem sayesinde hayattayım, tabii şimdilik. Doktorlar durumumun çok da parlak olmadığını yuvarlak tıbbi cümleleriyle aktardılar. Yaşamımın uzatmalarını oynamaktaymışım meğer kanser iç organlarımdan beynime kadar sıçramış. Karım öleli yirmi yıl oldu ama ben hâlen beni tutan bir şeyler varmış gibi gitmemek için ayak diriyordum. Bu koğuşta gözlerimi saate sabitlemiş halde, bir türlü ilerleyemeyen yelkovanı bakışlarımla ittirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyordum. Bir gün odama beyin tümörü tedavisi görmesi için Oğuz getirildi. Şansım ikinci kez yüzüme güldü ve ben ölmeye yatarken bambaşka biri oldum. Oğuz, inanılmaz zeki, aydınlık, hüzünlü çehreli, içe dönük ve çok yakışıklı bir gençti. Arkadaşlığımız benim için hem tarifsiz hem de buruk bir mutluluktur. Ondan önceki aylar boyunca beynimi kemiren düşüncelerle boğuşuyordum. Beni huzursuz eden, yarım kalmış hissettiren şeylerin ne olduğunu Oğuz’un bana yaşattığı hisler sayesinde anladım.
Kendimi bildim bileli Türkiye’ye uzak bir insan olmadım ben. Annem Kayseri Talas’ta doğmuş Anadolu Ermeni’sidir. Dokuz yaşında iken ayrılmak zorunda kaldığı memleketini hatırında kaldığı kadarıyla hep anlatırdı. Annemin vefatından önceki son on yılda Talas’ı iki kez ziyaret ettik, doğduğu topraklarda geçmişinin izini sürdük. O ziyaretlerden sonra annem bir başka mutlu oldu su çatağını buldu derdi. Talas’taki volkanik tüften yapılmış iki katlı, avlulu, yemyeşil bahçeli taş evleri, gürül gürül pınarlarla dolu yemyeşil geniş vadileri, Arnavut kaldırımlı dar sokakları hâlâ burnumda tüter.
Benim için okumak demek; günlük haberleri, gazetedeki yorumları, köşe yazarlarını takip etmek, bazen de siyasetle, tarihle ilgili denemelerle ilgilenmek demekti. Oysa yazar olduğunu öğrendiğim oda arkadaşımın romanlarını okudukça, pek de aşina olmadığım dünyalara girmiş oldum. Kâh şiir, şarkı, destan kâh bilmece, tekerleme, ninni ile okura sesleniyor, enteresan bir şekilde hikâyelerine tarihte yer alan peygamberleri, liderleri katıyordu. Kelimelerle oynayarak mevcut düzeni, kurumları, ilişkileri sarsıyordu. Bana bir keresinde “Don Kişot gibiyim, yel değirmenlerine savaş açtım, yara bere içindeyim.” demişti. Edebiyatını bir deney gibi kullanan Oğuz’un Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar romanlarını okudukça büyülendim. Annemden öğrendiğim Türkçe ile bu romanlardaki Türkçe sanki tamamen farklı idi. Bu dil ile duyguların arasında geziniyor, sözcüklere sınırsız zenginlik katıyordu.
17 Şubat 1977
Giriş kattaki odamızın penceresi hastanenin avlusuna açılıyordu. Oğuz, pencereden kusursuz peyzajı, eşit kesilmiş çalıları, yeşil kadifeden halı serilmiş gibi çimleri seyre dalmıştı. Havanın ısıran soğuğu, ümit vadetmeyen puslu bulutlar onun kasvetli düşüncelerini pekiştiriyordu.
-İstanbul’da topraktan alabildiğine fışkıran plansız, sere serpe yeşeren yeşilliği görmeyi özledim. Hele çocukluğumun geçtiği İnebolu’nun ormanlık dimdik yamaçlarındaki çam, köknar ve kayın ağaçları, ıhlamur kokulu toprağı hâlâ hatırımda… Keşke bu kadar iyi hatırlamasam, biraz unutabilsem… Biliyor musun küçükken bana fil hafızalı derlerdi.
Oğuz; kimi zaman bütün gününü aynı sonuçsuz düşüncelerle geçirmekten bezmiş hâlde olurdu. Yaşama, yaşına, zihnine ve ümitlerine tutunamadığını söylediği günlerde onu kafasında tasarladığı yazılarına devam etmesi için yüreklendirmeye çalışırdım. Pako diye seslendiği eşi Pakize bir süredir arkadaşı Sevin ve Maurice çiftinin evinde kalıyor ve onlar da sık sık bizi ziyarete geliyorlardı.
Ben ise sahneden çekilmekte olduğumu hissettiğim son aylarımda onun romanlarını direkt kendisi ile derinlemesine konuşmak kadar büyük bir şansa kavuştuğumun bilincinde, kurak dünyamı zenginleştiriyordum. Romanlarında hep bir çatışma vardı, onun sınırsız hayal gücü, kelimelerle, toplumun sarsılmaz kabulleriyle oyun oynarmış gibi yazım tarzının ülkesinde benimsenmemesini (anlaşılamadım, mahalleye kabul edilmedim derdi) anlayamıyordum. Tertemiz kalpli, duyarlı bu çocuğun mantıksızlığa, otoriteye, sahteliğe karşı sorgulamaları, şekilciliğe karşı inatla direnmesi, uyumsuzluğu ben de kendi gençliğimi ne kadar da boş geçirmişim duygusu uyandırırdı.
Ameliyatının üzerinden bir süre geçmiş, dikişleri alınmıştı. Başhemşire ertesi gün Dr. Richardson ve ekibinin durum değerlendirmesi yapmak ve tedavi sürecini konuşmak için geleceklerini bildirmişti. Altı saat süren beyin ameliyatının ardından hemşireye, “Tamamen temizlendi mi?” diye sorarken bakışlarındaki ümidin hiç kaybolmamasını istiyordum.
-Hikmet Benol aramızda olsaydı, doktora; ‘Beni hal ve gidişattan sınıfta bırakmayın albayım.’ derdi kesin! diye takılmıştı o gün.
Onun kıvrak zekâsı ince dokundurmalardan beslenirdi sanki. Oğuz’un romanlarından habersiz biri böylesi bir cümle üzerine onu kesin olarak psikiyatriye yönlendirmeyi düşünürdü.
Hemşire rutin kontrollerini yapmak amacıyla odamıza girdi, serumumu taktı. Benim okumaktan Oğuz’un ise yazmaktan yorgun düştüğünü, ikimizin de istirahat etmesi gerektiğini söyleyerek çıktı.
-İstirahate ayıracak zamanım yok David hâlâ ameliyatta ne yaptıklarını, tamamen tümörün temizlenip temizlenmediğini açıklamadılar. Dayanılmaz baş ağrılarım devam ediyor, kalan zamanın aleyhime işlediği olasılığı yiyip bitiriyor beni. Sonum Selim gibi hayırlı olmayacak gibime geliyor. Düşüncelerim yok olmadan olabildiğince hızlı yazmak istiyorum ama sanki hayatım ellerimin arasından kayıp gidiyor… Canım hayat, sonunda bana bunu da yaptı.
Hayatımın en acayip kesişmesiyle bulduğum bu kırgın oda arkadaşımın umutsuzluğa düşmesine izin veremezdim. Ona her bakışımda ülkesinin hem duyarlılıkla yeşerttiği hem de edebiyat çevresi tarafından bolca incitilen bir dehayı görüyordum. Elimden gelse pamuklara sarıp yaşam aşılamak istiyordum, ki yaşam benim de ellerimden kaymakta idi.
Boynumun ağrısı başımı çevirmeme engel olduğu için yanıma yaklaşmasını rica ettim. Oğuz yavaş adımlarla geldi, alnımdaki terleri sildi.
-Bak Oğuzcuğum… Yutkundum, bir nefes aldım.
-Bir an sana ‘bak oğlum’ demek geldi içimden, böyle deseydim çok ileri gitmiş olur muydum?
-Sanırım irkilirdim duysaydım… ‘Bak oğlum’ ile başlayan cümlelerden sonra babam ya gittiğim yolun yol olmadığını, ipe sapa gelmez hülyalarımdan vazgeçemediğimi ya da hep gerçeklerden kaçtığımı söylerdi. Öleli sekiz yıl olduğu halde bilinçaltımda kendimi ona kabul ettirmek arzusu devam ediyor demek ki, irkilmem ondandır. Ömrüm boyunca benim bütün beğenilerim babama karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sinirli, sabırsız ve hırçın biri oldum… Hayatımın bu en diken üstü döneminde sizinle yollarımızın kesişmesi, bana sunulan zarif bir lütuf bence. Dilediğiniz gibi hitap edebilirsiniz bana, memnuniyetle kabul ederim.
Nefesimin yettiği kadar ona inanç verme gayretiyle neler söyleyeceğimi kafamda kurdum.
– Teşekkür ederim. Sen bu odaya geldiğin andan itibaren benim tutunduğum dal oldun. Senin varlığınla annemin anılarını bir anlamda zihnimde ilişkilendirdim sanırım, çok yakın hissettim sana kendimi. Sakın ha koy verme kendini, yazmalarına devam et. Geleceği Elinden Alınan Adam’ı hazır hale getirebildin değil mi?
-Evet, çok istiyordum ve tamamladım. Sizin motivasyonunuz olmasaydı bu kadar kısa zamanda bitirebilir miydim bilemiyorum? Bir nüshasını geldiğinde Pako’ya vereceğim, o çoğaltıp Sevin’e, Cevat’a veya Vus’at’a gönderir.
Hem konuşuyor hem de ağır adımlarla yürüyordu. Öyle zamanlarda onun sözünü hiç kesmeden dinlemek isterdim.
-Yaşam oyununu yitiren küçük insanlar, topluma uyum sağlayamayanlar, yenilen kahramanlar, bir türlü dikiş tutturamayanlar benim meselem oldu hep.
-Oğuz, sen bence bir anlamda Türkiye’de ilk olmuşsun, yani yazdıkların toplumun pek de alışkın olmadığı şeyler olmalı ki anlaşılmamışsın gibi geliyor bana.
-Hayır, oldu. Bireyin kendisinin meselelerine kafa yoran yazarlarımız elbette vardı ancak onlar da nasıl desem pek de kabul görmedi. Ahmet Hamdi Tanpınar hep sükût suikastine uğradım diyerek bu sessizlikten şikâyet etmiştir. Düşünsenize övgüyü değil, yergiyi bile çok görmüşler. Yok sayılmak, görülmemek en ağırı.
-İşte burada yanılıyorsun. Romanların şu son üç ayda benim dünyaya bakışımı değiştirdi. İçimde derinlerde yeni pencereler açıldı. Olric, Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Hikmet Benol, Albay Hüsamettin Tambay benim zihnimin bir parçası oldular, onlar gibi düşünüyorum artık neredeyse. Şimdi sen odağını koruyarak aynı gayretle Türkiye’nin Ruhu’nu tamamlamalısın. Gör bak Türkiye’ye zinde bir halde döneceksin, ben inanıyorum güzel haberler ile seni uğurlayacağım buradan.
-Bu sözlerini duymak ne kadar iyi geliyor bana bir bilsen. İnanmak istiyorum. Umarım David, umarım… Hayal kırıklığına uğramaktan çok korkuyorum.
Sonra yüzü aydınlandı birden.
-Bak Özge’den mektup geldi dün. On beş yaşında ama noktalama işaretlerini hâlâ yanlış kullanıyor, ben düzelttikçe de sitem ediyor. Kızımı o kadar özledim ki. Ona ödev verdim. Turgenyev’in Babalar ve Oğulları’nı okuyacak. Döndüğüm gibi karşılıklı değerlendireceğiz.
İçimden tüm kalbimle sağlığına kavuşmasını, kızıyla yüzlerce roman konuşmalarını diledim. Ancak gözlerinden yine bir gölge geçmekteydi.
-Ne diyordum… Türkiye’nin Ruhu, evet… En büyük hayalim ardında solcusundan sağcısına tüm toplumu kucaklayacak, eğitim müfredatında başvuru kaynağı olacak, kütüphanelerde okunacak bir üçleme yazmak. Benim derdim hep tutunamayan yarı-aydınımız oldu, kırık hayatlara sahip insanlar yani. İlk cilt bitti, ikincisine başladım.
Biliyordum, uykusuz geceler boyunca beni rahatsız etmemek için solgun ışık altında ha bire yazdığını görürdüm. “Başım o kadar çok ağrıyor ki artık güvenilmez anlatıcı oldum diye düşünüyorum, beynim ters köşe yaptırıyor. Bazen yazmaktansa sesimi kaydetmenin daha rahat olacağını düşünmeye başladım.” derdi.
Bazı geceler uykusunda Olric diye sayıklardı. Belki kendime Olric olma misyonu yükledim kim bilir? Onunla geçirdiğim zamanlardan sonra melankolik bir adama dönmüştüm ben de.
Konu edebiyat veya ülkesi olduğunda hiç susmamacasına konuşurdu. Yerinde duramaz, eli kafasında tane tane anlatırdı.
-Biz çocuk kalmış bir milletiz David. İtalya’yı düşünelim mesela. Toplumun her kesimine ülkenizin en büyük edebi eseri nedir diye sorsalar hepsi aynı isimde birleşir. Dante İlahi Komedya. Almanya örneğin; iş Goethe’ye Faust’a gelince; Nazi artığı da demokratı da aynı yerde birleşir. Keza İspanyollar için Don Kişot, sizin için Shakespeare tartışmasız sahiplenilen isimler olmuştur. Yüzyıl bile geçse değişmez. Biz de öyle mi? Solcusu Nazım Hikmet, Sabahattin Ali der, sağcısı Nihal Atsız, Cemil Meriç hatta kendi içimizde dahi aynı isimde buluşamayız. Dede Korkut’ta dahi birleşemeyiz. Ayrıca; devletin azameti karşısında bireyimiz korkak kalmıştır. Bizim ilk günahımız belki de budur: Korku.
Durup bir yudum su içip devam etti.
-Her zaman başımız önümüzde gezeriz, kabahatli gibi. Batıya özenmekten kendimizi unutmuş hale gelmişiz. “Şark kurnazı” Anadolu insanı, “despot ama şefkatli” devlet, “halkçı” aydın, buna karşılık “tehlikeli yarı-aydın”, “insanına yabancılaşmış aydın”, oyuna ayak uyduramayan tutunamayanlar; -mış gibi yapanlar. İkinci ciltte de yine bunları yazacağım.
-Düşünüyorum da Oğuz, bir milletin kendi içinden çıkmış bir eserde dahi buluşamıyor olması keskin çizgilerle bölündüğünü işaret ediyor. Bana biraz okuyabilir misin son yazdıklarından?
Hevesle kâğıtlarına el attı, anlaşılmaktı tek derdi, şevkle okumaya başlardı. Aklımda kalanlar aşağı yukarı söyle cümleler:
“Her yıl Türk romanı durmadan büyürken acaba romancılığımız gelişiyor mu? Diyalektik kurallara göre önce sayısal bir artış gerekir diye düşünebilirsiniz. Doğru o da önemli ancak nitelik olarak bakıldığında romancılığımız gerçekten ilerleme gösterdi mi? Yetenekli yazarlarımız yazdığı müddetçe eleştiri oklarından kurtulamıyor. Bir romancı ölmüş ise artık kimseye zarar veremez diye düşünülüp itibar kazanıyor. Ölü bir romancıdan kimseye zarar gelmez elbette.”
18 Şubat 1977
O gün ikimiz de endişeli uyandık. Kahvaltıda tek tük sohbet ettik. Tedirgin bir şekilde Oğuz’un hastalığının seyrini öğrenmeyi bekliyorduk. Nihayet Dr. Richardson ameliyat ekibi ile birlikte odaya geldi. Ellerinde sonuçlar, bizi selamladılar. Oğuz’un bakışlarındaki korkuyu görmemek için tüm dikkatimi doktorun ağzından çıkacak cümlelere verdim.
-Günaydın Sayın Atay, Sayın Rogers. Bugün nasılsınız? Umarız her ikiniz de iyisinizdir.
Konuya bir an önce girmesini istiyorduk, üstünkörü yanıtladık. Oğuz’a doğru yönelerek;
-Sayın Atay, hastanemizin danışma heyetindeki bilim kuruluna ameliyatınızın durumunu, gözlemlerimi ve aldığım laboratuvar sonuçlarını sundum. Hep birlikte bir değerlendirmeye ulaştık. Maalesef operasyon esnasında beyninizde bizim düşündüğümüzün aksine, bir değil iki adet gliomunuzun olduğunu gördüm.
Bu cümle ile donduk. Oğuz’a başımı kaldırıp bakamıyordum. Kulaklarım uğulduyor, beynim duymayı reddediyordu. Oğuz;
-Nasıl? Yani siz bende bir değil iki tümör olduğunu mu söylüyorsunuz? Doğru mu anladım?
Sesi hayal kırıklığı, öfke, hüzünle karışık halde,
-Peki ikisini de aldınız değil mi? diye sordu.
-Biri risksiz şekilde alınacak bölgede idi. Yaklaşık beş saat boyunca ulaşılır bölgedeki gliomunuzu aldım. Diğerine ulaşmak, dokunmak oldukça tehlikeli olacaktı. Çok hassas bir bölgede idi ancak ekip olarak yine de elimizden geleni yaptık. O kadar derinde olan yerlerde kanama yüzde yüze yakın beklenir, kontrol edilemez bir kanamadır bu. Bu nedenle bir süre sonra devam etmenin hatalı olduğuna kanaat getirerek ameliyatı sonlandırmak zorunda kaldık.
Bundan sonraki cümleler tedavi sürecinin nasıl devam edeceği, ne zaman taburcu olacağı ve sonrasında alacağı ilaçlar üzerineydi. Hâlâ Oğuz’un metanetle nasıl dinlediğine, sorular sorduğuna gıpta ederim. Ben, sanki onun yanında yaşımdan mahcup, ne konuşacağımı bilemez bir halde konuşulanları dinleyemez hâle gelmiştim. Ama gözleri yangın yeriydi. Ekip odadan ayrıldıktan sonra yalnız kalmak istediği için sanırım yine nezaketle;
-Hemşirelerden beni dışarı çıkarmalarını isteyeceğim, hava almaya ihtiyacım var, dedi.
Yürüyebilseydim tek isteğim ona sarılmak olurdu. Akşama kadar tek cümle edemedim, söze nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Tamamen ümidi kaybetmemek diye başlayan cümleleri kafamda tasarlıyor, sonra onun yalanı hiç de hak etmeyen zekâsı aklıma geliyordu. Hemşire girdi rutin ilaçlarımı verdi, uyumuşum. Uyandığımda en güzel el yazısıyla birlikte bana şunları yazmıştı.
“Muhtemelen kızımla beraber Babalar ve Oğullar romanını konuşma şansım olamayacak. Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse çok üzülürüm albayım, dayanamam. Bir de bir hikâye bırakırlar ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bir kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Benim düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Ancak bu süreçte bana yoldaş oldun, beni yüreklendirdin, tamamlamak istediklerimi vücuda getirmem konusunda hep destekledin. Sana müteşekkirim. Haydi sağlıcakla kal…”