“Deneme sisteme yönelik eleştiriyi sonuna kadar götürür” diyor Adorno. Yazar Ömer Faruk’ta, denemenin sınır bozan karakterinin bilincinde olarak yok-yer olarak tanımladığı yerden, “yüz”, “yaşlılık”, “ev” ve evin verdiği esin üzerinden düşünüyor Aşk’ı.
Aşk ve ereksiyon “aşk”ını üç bölüm hâlinde okumak mümkün. Ana metin, dipnotlar ve fısıltılar. Ömer Faruk’un sınırları ve ezberleri bozduğu denemede dipnotlar alışılagelen dipnotlardan farklı. Oldukça uzun. Ana metne bağlı fakat bir taraftan ondan bağımsız ilerleyen, tek başına okunduğunda da başlı başına bir deneme olabilecek paralel bir metin. Yazarın okurunun duymasını istediği ve onun kulağına fısıldadığı “fısıltı” bölümlerinde ise Ömer Faruk ile birlikte Adorno, Mankell, Octavia Paz, Richard Sennett, Karl Marx, Michael Haneke, Alain Badiou, Gilles Deleuze, Susan Neiman, Marc Augé’nın ve en çok Abdulgaffar el Hayati’nin -Abdulgaffar el Hayati kendisi hakkında uzun bir araştırma yazısını hak ediyor. Kimdir Abdulgaffar el Hayati ya da kim değildir- fısıltıları duyuluyor. Bu fısıltılarla birlikte aşkın “yok-yer” inden sesleniliyor okura.
Çetin Balanuye; Etiko-politik bir olanak olarak “aşk” başlıklı ön sözünde Ömer Faruk’un aşkın bir agape, bir boyunduruktan kurtulma kalkışması olduğunu söylemesinin altını çiziyor kalın çizgilerle. Denemenin genelinde de bu karşılık beklememek ve boyunduruktan kurtulma hâli üzerine yine sınır bozan görüşler var.
Aşk ve ereksiyon “aşk” ında sevgiye imkân veren bir toplumsallığın hayali kuruluyor demek yanlış olmayacaktır. Yazar; güne atmosferi zehirleyen ve “başkasının acısından haz duyan” haberlerle başlamak yerine; şiir festivalinin biletleri on dakikada tükendi, tek bir çocuğun bile yetersiz beslenmeden ve bakımsızlıktan ölmediği geçen yıl insanın başka bir tür olma iddiasının başlangıç yılı olarak kabul edildi, mevsimin ilk kırmızı gülü açtı, evlerin her on metrekaresine bir ağaç eşlik edecek biçimde yeni şehirlerin tasarlanmasına başlandı gibi haberlerle haz duyulan alışkanlıkların değiştirilebilmesinin mümkün olabileceğini söylerken, okurun kulağına da diğer canlı türlerine öncelik verilmesi gerektiğini fısıldıyor. Caddelere, okullara, üniversitelere, hastanelere ve benzer birçok yere alageyik, telli turna, bülbül gibi binlerce yıldır şaire esin veren, üstelik bunu kültürel bir iddia olarak değil kendi doğalarının bir uzantısı olarak yapan canlı türlerinin adlarının neden verilmediğini de sorguluyor.
Siyasette de “başkalarının acısından haz duyma” öncelikli bir politikadır diyen Ömer Faruk; bir kimlik oluşturma çabası içinde olan bireylerin ve siyasetçilerin soy, sop, din üzerinde yoğunlaşırken “aşk”ı göz ardı etmelerine dikkat çekiyor.
“Kişi edindiği aşk kapasitesi kadardır.”
Tüketim toplumunun içinde sürdürmek adı altında hayatımızı tüketirken, öznenin kendisini değil, onların temsil ettiklerini kabulleniyoruz. “Modernlik görmeye göre biçimlendirilmiştir ve modern insanın düşünme diye adlandırdığı edim, görme terimleriyle gerçekleştirilmektedir.” Bu görmeye göre şekillendirilen algı ise bedenimizle ilişkimizi bozmakta, bizi kendi bedenimizden uzaklaştırmaktadır. Yazar Aşk ve ereksiyon “aşk”ı adlı denemesinde, topluma dikte edilen algı görüntüsünden ancak “yok-yer” kavramına erişebilen bireyin kurtulabileceğinin altını çiziyor.
İster komünizm, ister faşizm isterse teokratik bir sistem içinde yaşıyor olalım hepimiz aynı –aynılaşmış- evlerde yaşıyoruz. Günümüz tüketim çağının mekân dayatmasının da -ki bu da görmeye göre biçimlendirilmiş algıdır- bir sonucu olarak toplu konutların ve gökdelenlerin birbirine benzer inşa edilmesiyle yuva olma özelliğini kaybeden evlerde oturuyor, aynılaşmış yaşamları sürdürüyoruz. İlk tutsaklığımızın başladığı bu evleri; modern dünyanın koşuşturması içinde -özellikle iletişim kanalları marifetiyle- özgür olduğumuzu zannederek sadece sığınma alanları olarak kullanıyoruz. Ömer Faruk sevginin biricikliği ve benzersizliği üzerinde ısrarla dururken, bu benzersizliği tekilliği üzerinden yaşadığını zanneden bireyin, gerçekte toplu konutlarda herkesleşerek ya da yazarın tanımlamasıyla “hiç kimseleşerek” sürdürmeye çalıştığını ve böylece “yok-yer” anlayışının da anlamını yitirmesine neden olduğunu savunuyor.
Nedir yazarın metin boyunca üzerinde sıklıkla durduğu bu yok-yer? Kısaca; şimdi, burada, zamansız ve hiçbir yerde olarak tanımlayabiliriz bu kavramı. Daha açık olarak ifade eder ve tarihsel olarak bakarsak; önce yerküre, yeryüzü, yer kabuğu ve müdahale edilmemiş yerin varlığını görürüz. Müdahale edilmemiş yerler zamanla tasarlanarak müdahale edilen ve taşa biçim verilerek inşa edilen barınağa dönüşünce artık buralar çitle çevrilen mekânlardan başka bir şekilde tanımlanamaz olur. İşte yazarın “yok-yer” kavramından kastı; beden, duygu ve düşünceyi bugünden, güncelden kopararak zamansız olanın esiniyle tarihsel ve kültürel sürecin dışına çıkararak yeniden oluşturmasının gerekliliğidir. Mekânın fiziksel değil kavramsal boyutudur önemli olan. Ezberletilenin dışında kalandır. Sistemin tek tipliği kurguladığı yaşam döngüsünün içinde bizi içine kapattığı hapishane duvarı ile ev’in duvarı arasındaki fark; beslenme, barınma ve üreme gibi temel güdülerle diğer canlılardan bizi ayıran içsellik boyutu ile ortaya çıkar ve içsellik üzerinden kıyaslanabilir. İçsellik ise ancak “yok-yer” in tasarlanabildiği evlerde söz konusu olur.
“İçselliği olan ev’lerde anı birikir, ev’e yaşanmışlık siner, bir süre sonra eşyalar da kendine özgü sesler vermeye başlar; kapı o ev’e göre gıcırdar, sandalye oturana göre esner…” diyen yazar soruyu tersinden de soruyor. “İçselliği olmayan ev’lerde Aşk Birikir mi?”
Ömer Faruk kadın ve erkeğin toplumsal rolleri üzerinden de “yok-yer”e bakıyor. Politika ve sosyal hayatta etkin olarak rol verilen erkek kamusal alanı ele geçirmişken, kamusal alandan püskürtülen kadın kendini ifade edemediği bu evlere hapsediliyor. Bu evlerde bir hikâye edinemeyen kadın için artık ne “yok-yer” vardır ne de aşk. Yaşam alanı olarak sınırlandırılan bu yerler onun için bir savaş alanından öteye gidemez.
“Bu yüzden Aşk için kadının önce barındığı ev’den çıkıp kamusal alanda erkekten özgürleşmesi, sonra da (isterse) özel alana dönme mekanizmalarının açık olması gerekir.”
Yeri gelmişken söz etmeden geçemeyeceğim. Yazara kitabın adında geçen “ereksiyon” sözcüğünün taşıdığı “eril” içerik konusunda eleştiri getirmek isterken, “meraklısı için notlar bölümü”nde yer verdiği fısıltılarında (fısıltı 16) bu durumun farkında olduğunu fakat yerine kullanabileceği sözcüklerin yetersiz kalmasından ötürü bu sözcüğü kullandığını belirten yazara bu kelimedeki eril dil için yapacağım eleştiride anlamını yitirmiş oluyor.
İnsanlığın tarihsel sürecinde, avcı toplayıcılıktan yerleşikliğe geçilirken diğer insanlara sınırlarını göstermek adına sahip olduğu toprağa çektiği çit zamanla kaleye, insanın kendisini kilit altına aldığı evler ise şehre dönüşüyor. Başlangıçta aynı kültürden, tarihten, aileden gelenlerin oluşturduğu küçük yerleşim yerinin demografik yapısı da zamanla değişiyor. Şehir yabancılara da kapılarını açıyor. Yazar bu yabancıların şehre olan etkisinden söz ederken müzik, resim, edebiyat ve tiyatroya esin veren anahtar şehir olarak Venedik’i örnek gösteriyor.
“Tarih boyunca şiire, romana, filme ve kaybolma isteğine mekân olmuş, gökdelenlere düşmemiş bu karnavallı ve çok kanallı şehir Birleşmiş Milletlere kayıtlı yüz doksan üç devletin çoğundan daha etkili bir ‘esin’ kaynağı olmayı nasıl becermiştir?” diye soruyor ve Calvino’nun, Sennet’in şehir, yabancılaşma, göçmen gibi kavramlar hakkındaki fikirlerinden söz ediyor. Burada söylemeden geçmenin metne ve yazara haksızlık olacağını düşündüğüm kaynaklardan söz etmek istiyorum. Oldukça geniş kapsamlı bu kaynaklar okura da oldukça uzun bir okuma listesi hazırlama şansı veriyor.
Denemenin ele aldığı sorulardan biri de şehirlerin aşkı yaşamaya imkân verecek şekilde tasarlanıp tasarlanmadığı. Bu net sorunun cevabı yine “yok-yer” kavramının doğru algılanışında ve neyi tasarlamamız gerektiğinin bilincinde olmamızda gizli.
“Tasarlanmış bir mekân olan gökdelen daha öncesinde bir taştı, taş da ateş. Taştan gökdelen yapılabiliyorsa yok-yer de tasarlanıp yaşanabilir.”
Parmak izi, ses tonu, göz bebeği ve yüz ifadesinden gelen farkla hayata başlayan insan, bu farkı bir hikâyeye dönüştürme potansiyelini de varlığında barındırır; dostluk ve aşk üzerinden farklı bir tür olma iddiası bir hikâye olarak varlığında saklıdır. Kaderle sınırlandırılmış sonu belli hikâyesine karşı kendini bir hikâyenin kahramanı olarak tasarlayabilir, kendini severek başka birini sevmeye hazırlanabilir.
“Aşk da tıpkı devrim gibi yıkımı bünyesinde barındırır; neden devrim yıkımına razı oluyoruz da aşk için kendi yıkımımızı göze alamıyoruz?”
“Beden” ve “tin” olarak parçalanmış yaşantımız AVM’ler ve gökdelenler marifetiyle artarak sürerken “beden” ve “tin” i bir araya getiren kilitsiz binalar inşa etmeden “aşk” tanımı doğru yapılamayacaktır.
“Anlamı, hikâyesi ve şiirselliği olan ev’lerde yaratılmış olan “ninni” anlamı, hikâyesi ve şiirselliği olmayan gökdelenlerde yaşayan çocukların uyumasına yardımcı olur mu?”
Denemenin sonlarına doğru yazar adını, yerini sır gibi sakladığı bir kahvehaneden ve o kahvehanedeki yaşlı bir adamın anlattığı bir yaşanmışlıktan; kentsel dönüşüme yenilmiş bir mabedin yapım ve yıkım hikâyesinden o mabede seslerini salmış musiki aletlerinden, gökdelene yenik düşen içsellikten söz ederken; dilin, yazının, dinin ve siyasetin gürültüsüne kulak asmayan aşkın sükût makamının nahifliğiyle, bu bölüme kadar tabiri caizse sert ve cüretkâr bir dille yazılmış olan denemede okuru ters köşe yapıyor.
“Arifler bilir, gönül ehli olanlar sükût lisanında konuşurlar. O gece sükût lisanı dönemini de bitirdiler, yıktılar.”
Yararlanılan kaynaklar=
Ömer Faruk/ Aşk ve ereksiyon “aşk”ı – Yeni İnsan Yayınevi 2022