Keskin bakışlıydı. Yaklaşık yarım saattir anlam veremediğim bu adama bakarken vardığım tek yargı buydu. Keskin bakışlıydı. Sırtında heybesi, belinden kemerle sıkılmış uzun kumaştan pardösü ve göğsüne kadar gelen beyaz sakalıyla kitaplığıma bakan bu adam en sevdiğim yazar mıydı gerçekten?
Aklımdaki son resmiyle karşılaştırınca tam da oydu.
“Bir şey alır mıydın? Su? Çay?”
Kafasını elinde tuttuğu Turgenyev’den kaldırarak bana bakmaya başlamıştı. Dedem yaşındaki adama da sen diye hitap etmem olmamıştı sanırım. Heyecandan olsa gerek. Tam ağzını açacağı sırada aklıma gelenle yine söze atlayan ben oldum.
“Çay. Çay… Hatta açık çay değil mi? Sormak benim ayıbım zaten hemen getiriyorum.”
Diriliş’inden hatırladığım bu bilgi tanesi işine yarayacak deseler bu şekilde olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Işık hızına denk yaptığım çayları doldururken yanına kek börek bir şey çıkartsam mı diye düşünüyordum. Sonra aklıma gelen bir diğer bilgi tanesi beni durdurmuştu. Şekerden uzak dururdu. Adam vegandı bir de börek diyordum.
“Şöyle masaya bırakıyorum ben. Açsan… Açsanız aşağı restorandan hemen bir vegan menü söyleyebilirim. Hiç çekinmeyin.”
Salona geri geldiğimde çoktan heybesini koltuğun kenarına indirmiş, oturmuş başka bir kitap okuyordu şimdi de. Kendi kitabıydı, günlüklerinden derlenmiş olana bakıyordu.
“Teşekkür ederim. Çay kâfi.”
Kâfi mi? Recaizade Mahmut Ekrem’le mi konuşuyorum bey amca kâfi ne? Aslında normal be kızım abartma sende… Çünkü zamanı düşününce onun dönemi… Evet bizim Türkçe de o dönem hemen hemen öyleyken çok da garip kaçmıyordu.
“Bir şey sormak istiyorum… Bunlar benim günlüklerim. Hiçbir yayınevine verdiğimi hatırlamıyorum. Bunları nasıl bastılar?”
Sorulan sorunun cevabını biliyor olmanın heyecanıyla karşısındaki tekli koltuğa oturarak başlamıştım anlatmaya.
“Eşiniz. Sophia. Yanlış bilmiyorsam siz vefat ettikten sonra tüm günlüklerinizi ve yazılarınızı derledi ve bizleri bunlardan mahrum bırakmadı. Çok sağ olsun. Ne kadar şanslıymışsınız hatta bildiğim kadarıyla zaten tüm eserlerinizde de o yardımcı olmuş. Ne muazzam bir kadın.”
Sakalından çok az görünen mimikleri ele vermişti onu, özlemle gülümsemişti ama sanki gülümsemesinde başka şeyler de vardı. Sormadım. Daha başından soru yağmuruna tutmak istemedim galiba misafirimi.
“İstediğin gibi hitap edebilirsin bana. Sıkma kendini. Sal.”
Haydaa! şimdi de mekân da tanıştığım çocuğa döndü. Nasıl bir şeyin içinde olduğuma çok da kafa yormama fırsat vermeyerek anın akışına bırakmak istiyordum kendimi. Madem sıkmayayım kendimi, sen kaşındın Rus salatam.
“O halde dayanamayacağım, bir şey soracağım Dostoyevski’yle kavgalı mıydınız? Ölümü öp söyle.”
Çayını yudumlarken şaşkınlığını gizleyememiş olacak ki yine aynı keskin bakışlarla bana bakınmaya başlamıştı. Yarasına mı basmıştım acaba. Belki adamın özeli sana ne yani. Nazım-Necip kavgası mı bekliyordun bir de…
“Kavga etmemiz için önce tanışıyor olmamız gerekiyordu. Maalesef biz hiç tanışmadık ama hep birbirimizi okuduk… Okurduk.”
“Ya bırak bırak, az buçuk kıskandım ondan bile isteye tanışmadım demiyorsun da… Ben dışımdan mı konuştum… Çok … Çok pardon.”
Elimle patavatsız ağzımı kapatırken o kaşlarını çatmıştı bile.
“Bu nasıl bir kendini bilmişlik hanımefendi… mösyö… madam…”
Aa! Yazar bozuldu! Plak takılmış gibi bozuldu! İki kafasına vursam çalışır mı acaba? Kumanda mı bu, delirdin iyice.
“Madam… Evet buna karar kıldım bunu kullanacağım. Çok ön yargılısınız. Çok ben bilirimcisiniz. Eminim şuradaki kitapların adedinden başka bir şey bilmiyorsunuzdur.”
Üstüme iyilik sağlık. Kendi evimde azar mı yedim şimdi ben? Yalnız amcacım seni çok severim ederim de kültürüme de laf ettirmem yani.
“Neyi varmış benim okumuşluğumun? Neyini beğenemedin?”
“Gerçek anlamda bir Gogol okusaydın, Tarkovski izleseydin bu halde mi olurdun?”
“Yahu sen Tarkovski’yi nasıl biliyorsun? Senden en az yarım asır sonrasının adamı”
“İlk durağım sizin yanınız değil herhâlde, buraya gelmeden bundan elli yıl öncesindeydim. Bir kapıdan geçtim bir baktım insanlar kabloların etrafında vızır vızır, büyük camlar var böyle aha senin şu dolabın üstündeki duran şey gibi camlar. Bir kişi oturuyordu gittim yanına baktım ileride hareket eden insanların taklidi o ekranlarda devam ediyor. Sonra dedim… Sen ne yapacaksın benim nereden bildiğimi biliyorum işte sen sözüme kulak ver. Sizin nesil okumayı maddeleştirmiş.”
Karşımdaki insanın hangi çağdan geldiği, şu an nerede durduğumuz, kiminle konuştuğum hatta ne konuştuğum sanki hiç umurumda değildi. Onun yaptığı tespitle ‘Lan acaba Karl Marx’a da mı uğradı’ sorumu içimden cevaplayıp zamanımın kısaldığını hissetmiş gibi devam ediyordum bende.
“Sen onu bunu bırak da Anna Karenina’daki Levin sensin değil mi? Senin ta kendin. Hayata bakışın, insana bakışın her şeyinle sen Levin’sin değil mi?”
Biraz önce yükselmemizin verdiği hızla yerinden kalkıp yürüdüğü cam kenarında gözünü caddeden alarak bana dönmüştü. Elindeki çayı bitmiş, bardağı masaya koyarak heybesine yönelmişti.
“Sorduğun soru çok sığ. Ben hepsiyim ama hiç biriyim.”
“Hayır sen Levin’sin biliyorum. O dönem o güzellikler bir tek o karakterle anlam buldu tüm felsefesiyle bir tek o gerçekti. Sorumu yanıtlamadan gidemezsin.”
“Diğerlerini okudun mu da konuşuyorsun. Saatlerdir şu kitaplığa bakıyorum en önemli eserlerim eksik. Onları okumadan gelmişsin buraya eli boş götü yaş, bilmiş bilmiş… Yani madam çok affedersiniz. Bir rublelik akıl yok sizde. Çağınızın kıymetini bilmiyor sürekli sizin olmayana göz dikiyorsunuz.”
“Ne oluyor?” demeye kalmadan, sözüne devam etti.
“Senin benlen ne derdin var madam kardeşim.”
Asıl soruya gelmemizle benim de içinde bulunduğum durumda çözülmeler başlamış ve ben de ayağa fırlamıştım.
“Anna Karenina bok gibi bitti. Aslında en güzel şekilde bitti ama bok gibi işte. Ölmesi mi gerekiyordu. Bihter’e de aynı sonu layık gördüler. Hak ettiyseler eyvallah. İnsan değil mi onlarda, niye sevemesinler? Neden Behlüller ölmüyor Alexseyler ölmüyor da onlar ölüyor. Tek taraflı mı seviliyor sanki. Tek taraflı mı bu aşkı yaşıyorlar. Yasaksa her ikisine de yasak. Niye sadece kadına yasakta o giden oluyor? Hadi gidiyorlar, hiç mi arkalarındakileri düşünmüyorlar? Anna’nın iki çocuğu vardı. Neden düşünmedi? Aşkı nasıl anneliğine ağır bastı? Nasıl bıraktı ya onları? Beni nasıl bıraktı ya o. Sevdiği adam, ona keseceği ceza benden daha mı önemliydi…”
Sözlerim uğultulara karışıyor sarsılıyordum. Deprem mi oluyordu? Çok derin bir uykudan mı uyandırılıyordum? Yoksa uykumda gene altıma mı işemiştim? Elimle popomu yoklarken Tolstoy önce lise öğretmenime sonra annemin uğruna öldüğü sevgilisinin kılığına bürünüyordu. Yer altımdan kayıyor, etrafa bakarken boşluğa düşüyordum. Sesler şimdi daha net, gözümü açmakta zorlandığım ışık daha canlıydı.
“Evet Emine Hanım, simülasyonu başarıyla geçtiniz. Daha geliştirilmesi gereken çok evresi olsa bile travmanıza ulaşabildik. Artık daha sağlıklı sonuç alabileceğimiz seanslar geçireceğiz.”
Bir grup beyaz önlüklü kafamdaki metalleri çıkarırlarken ben tüm parçaları oturtmuş ağrıyan başımla doktoruma dönmüştüm.
“Yani doktor hanım böyle simülasyonun ta ben anasını öğürteyim. Laz babaannemden farksız Tolstoy mu olur?”