İnce kaz tüyü yorganı üzerimden atıp doğruldum. Kediler gibi gerinirken mırıldandım. Yumuşacık yatak bedenimin tüm yorgunluğunu almıştı. Ayağımı salladım yataktan. Tüylü, mor, ponçik terliklerimi giydim. Altın varaklı kapının kolunu çektim. Yıkadığım elimi, yüzümü kuruladım. Prize taktığım maşa ısınırken önce krem ardından fondöten sürdüm süt rengi tenime. Annem bebekken kimsenin dokunmasına izin vermezmiş anında kızardığı için. Biraz allık, koyu ve sık kirpiklerime rimel, soluk dudaklarıma vişneçürüğü ruj… İpek pijamanın düğmeleri açıldı, gömleğinki kapandı bir bir. Aynaya baktım. Kıvırdığım uzun, küllü koyu kumral saçlarımı okşadım. Koluma taktığım saat büroya yetişmem için az bir zamanımın kaldığını gösteriyordu. Ayakkabı dolabıma uzandım. Mor, pembe, yeşil, sarı, turkuaz, ince, kalın, sivri, düz… Sivri burunlu, ince topuklu rugan ayakkabıya geçirdim bir kaç gün önce bakım yaptırmak için ofisten erken çıktığım ince ayaklarımı. Güldüm. Kahkahayla. Annemin topuklu ayakkabılarını denerdim tek tek. Arada makyaj yapmasını isterdim ve tabii ki yurtdışı seyahatlerinden aldığımız küpeleri takardım. Değil koca odayı tüm dünyayı aydınlatacağına inandığım avizenin altındaki masaya sıralardım dolaplara özenle dizilmiş billur kadehleri. Parlak çatalları, kaşıkları. Pırıltılı dünyanın içine doğmuştum ben. İpek, rugan, altın bir dünyanın. Sen ayağına bilmem nereden bulduğun ucu yırtık, tabanı eski, içi ekşimtırak kokuyla karışık nahoşlukta biri diğerine, diğeri birine benzemeyen bir çiftin teke teklerini sokuşturdun tabanı yara olmuş, tırnakları kararmış ayaklarına. İçinden hafifçe kalktın. Kuş kadardı zaten canın. Annenin dört taşın içine attığı odunun alevlenmesine yardım etmek için çıktın üst üste sıralayıp samanları dayanak ettiğiniz çadırdan. Seherin ayazı vurdu yüzüne. Kollarını birbirine doladın. Dişlerin konuştu. Sen sustun. İlerideki boy boy sıralanmış kavak ağaçlarına baktın. Onların da üşüyüp üşümediğini merak ettin. Babanın, “Kavak yaprağını tepeden dökerse kış çok olur.” dediğini hatırladın. Tekrar baktın. Anlamadın. Kurumuş, yarık yarık olmuş ellerini huhlarken tepeden dökülmemesini diledin. Hatta hiç dökülmemesini. Üstünü örttüğünüz odunlardan kucakladın. Farketmedin. Çivileri battı. Parmağın acıdı. Emdin kanayan yeri. Ağzındaki açlık kokusu kansılaştı. Annene uzattın elindekileri. Su dolu bidona koştun. Dibi kireç tutmuş çaydanlığı aldın yanından. Altına yapışmış irili ufaklı taşların tozlarını üzerine sildin. Doldurdun. Dökmemeye gayret ederek götürdün annene. Taşın üzerini saran demire bıraktı annen. Çayın kaynamasını bekledin elini uzatıp ısıtırken sertleşen parmaklarını. Suzan teyzenin hazırladığı paçanga böreğinin pastırma sarmış kokusuna karışarak oturdum masaya. Önüme özenle konulan servis tabağımı doldurdum. Üçgen, kare kesilmiş peynir, soslanmış zeytin, tırtıklı kesilmiş salatalık… Güzelce doyurdum karnımı. “Anneciğim, babacığım size afiyet olsun. Ben çıkıyorum, bugün önemli bir duruşmam var. Müvekkilimi iyi savunabilmek adına göz gezdirmem gereken notlarım var.” Geriye ittim sandalyemi. Kalktım. Başarı dileklerini aldım gülüşlerimle. Benim kolum kırmızı sedanın kapısına uzanırken, sen annenin pay ettiği ekmeğe, pay ettiği peyniri ve birkaç zeytini sokuşturdun. Herkese bir bardak düşen şekersiz çaydan içtin yudum yudum. Birazdan kardeşlerinle ilgilenecek, göz kulak olacaktın. Annenin bulup getirdiklerini kurcalayacaktın sonra. Ekmeğin bitti. Herkesden önce. Caddeye doğru ineyim dedin. Güzel şeyler buluyordun orada. Bazen toka, kolu bacağı kopmuş bebek, üzeri leke olmuş kazak, dizleri yırtılmış pantolon, şanslı isen yarım bırakılmış çikolata. Geçen arabaları kontrol ederek iliştin. Belli ki senden önce kediler gelmişti. Etrafta dağılmış konserve kutuları, bitmiş makarna ambalajları, kola şişeleri, çiğnenmiş sakızlar ve bir ayna parçası. Eğildin. Aldın eline aynayı. Tedirgin oldun. Kardeşlerinin göz bebeklerinden görürdün yalnızca kendini. Heyecanlandın. Gözlerinle etrafı taradın. Kimse yoktu. Birkaç korna sesine aldırmadın. Kırmızı ışık yandı. Durdum. Söylenirken bitmek bilmeyen kırmızı ışıklara seni gördüm. Kahverengi keçeleşmiş saçların is kokuyordu. Küçücük avucunla tuttuğun aynaya bakıyordu çekik gözlerin. Gülümsedin. Gülmek yakıştı. Böyle daha çok sevdin kendini. Ellerinin kabukları acıttı yüzünü. Yine de çekmedin. Saçlarını okşadın. Ellerim saçlarıma gitti. En iyi şampuanlarla yıkanmış, kıvırcık yumuşak saçlarıma. Gözüm dikiz aynasına kaydı. Sonra sana. Başını kaldırdın. Bir anda yıkıldı kurduğun dünya. Kendini hatırladın. İrkildin. Kayboldu gülüşün. Avucuna bastırdığın aynayla koşturdun gerisin geri. Durmadan. Soluklanmadan. Ardımdaki korna sesleriyle bastım gaza. Sen şimdi bir çift göze yakalanmanın mahcubiyetini yaşarken, ben adaleti olmayan dünyanın adaletli insanlarına pay etmeye gidiyordum adaleti, adaletlice…