Güneşin sudaki pembe bir toptan, gökyüzünde parlak bir ahtapota dönüştüğü saatler. Suyun etrafını çevreliyor gibi görünen dağlar aslında su tarafından çepeçevre sarılmış; ama insanoğlu baktığı yerden kısıtlı tek bir çerçeve görebildiği için, ne bu ikiliği fark edebiliyor ne de fark etse bunun aslında bir ikilik olmadığını sezebilecek uyanıklıkta.
Halbuki o sırada yukarıda, mavinin içinde süzülen koca beyaz kuş, süzüldüğü enginler nasıl bulutların etrafını sarıyorsa, denizlerin de karaları öyle kucakladığını görebiliyor. Açıkta tek başına duran lacivert kayığın zemininde kıvrılmış yatan adamı da görüyor kuş. Üzerinde birkaç kez dönüp gagasını sonuna kadar açarak bağırıyor. Bir daha, bir kez daha.
Sonra güneşin kollarında kayboluyor.
***
Kayığın içindeki adam hiç kımıldamadan yatıyordu. Üstünde rengi gri mi mavi mi belli olmayan soluk bir tişört, altında ondan biraz daha az soluk, paçaları sökük bir şort. Koyu renk, çırpı bacakları dizlerden bükük, elleri göğsünde, öylece kalmış. Sanki tir tir titreyip kasılarak uykuya geçmiş gibi, dizlerini iyice kendine çekmiş.
Saçlarının alnına düştüğü noktada, başının hemen dibinde yatan kedi de kıvrılmış, ön ve arka ayaklarını, karnını, başını, her şeyi tortop bir arada buluşturmuştu ama adamın aksine gevşek ve huzurlu görünüyordu. Çenesi hafifçe yukarı kalkmış, yana devirdiği başı göğe dönmüştü. Bacakları, gözleri ve kulakları arada rüya görüyor gibi seğiriyor, hafif aralık pembe ağzından belli belirsiz sesler çıkıyordu. Adam ve kedi, kayığın nispeten geniş arka tarafına sığışmışlardı. Daha küçük olan ön tarafta, dolanmış bir misina, soluk yeşil bir heybe, ucu ve sapı kırık bir kürek ve yarısı dolu, büyük, plastik bir su şişesi vardı.
Güneş yükseldikçe kayığın etrafını dolanan sularda yıldızlar yanıp sönmeye başladı. Arada bu ışıltılara bir anda suyun üzerine çıkıp aynı hızla geri dalan minik, gümüşi balık sürülerinin parıltıları karışırken, karşıda, görünen en uzak sınırda suyun kara ve gökyüzüyle birleştiği çizgi, ışıklı bir şöleni andırıyordu. Yüzeyde birleşen noktalar bu sınır boyunca yer yer incelip kalınlaşan hareketli bir şerit çizerken, uzaktaki dağların puslu, koyulu açıklı mat gri siluetleriyle tam bir tezat oluşturuyordu.
Kediyle adam uyuyadursun, kıyıda genç bir kadın belirdi. Güneşten gözlerini kısmış, bir eli belinde, diğeri kaşlarının hemen önüne siper edilmiş halde, endişeyle kayığın olduğu noktaya bakıyordu. Güneş biraz daha yükselmiş, ufuk çizgisiyle kayığın etrafındaki pırıltılar birleşip denizi devasa bir ışık alanına dönüştürmüştü. Kadın bir an endişesini unutup kendini ışıkları izlemeye, onların yanıp söndükleri anları yakalamaya bıraktı. Nefesinin sesi ufak ufak yükselip denize geri dönen suların sakin şırıltısına karışıyordu. Çok uzaklarda bir yelkenli, hayalet dağların önünden, usulca düşmanına yaklaşan kayıp bir korsan gemisi gibi ağır ağır geçmekteydi.
Kadın gözlerini yumdu ve sudaki ışıkların gözkapaklarının arkasında bir süre daha kıpırdanmasını izledi. Gözlerini yeniden açtığında, bir elini karnına, diğerini yine kaşlarının tam üstüne yerleştirip suyun kıpırtılarına sağladığı uyum haricinde hiç hareket etmeyen kayığa baktı. “İnat,” dedi sesi hafifçe dudaklarından dışarı taşarak. “Ne vardı ki bu kadar kızacak?”
Dudaklarını belli belirsiz aralayıp bozuk bir ritimle, “Pisi pisi pisi pisi,” dedi. Tekrar. “Pisi pisi pisi pisi.” Kayıktaki değil ama karnındaki kedi sesini duymuş olacak ki anında hareketlendi. Genç kadın gülümseyerek kocaman göbeğinin dışarıdan rahatça fark edilen dalgalanmalarına baktı. Tanışmaya az kalmıştı. Kız mı, erkek mi bilmiyor ve önemsemiyorlardı. Kadının doğup büyüdüğü karman çorman, insanı yutan şehirden uzaklaşıp adamın memleketi olan, dili kadına yabancı bu sahil kasabasına yerleştiklerinden beri, modern zamanların normalleri onlar için uzak birer fikre dönüşmüş, küçük kiliseye bitişik tek göz oda, onu saran dağlar ve sesi hiç eksik olmayan deniz tüm dünyaları olmuştu.
Kadının ayaklarına çarpan suyun sesi, serinliği, hiçbir zorlama olmadan parmaklarının arasından girişi, etraflarını sarıp, artık çok da ince sayılamayacak ayak bileklerine yükselişi, karnındaki bebeğin hareketlerine paraleldi. Kayıksa hâlâ ileride, açık suda neredeyse kıpırtısız duruyordu. Kadın sesini biraz daha yükseltti: “Pisi pisi pisi pisi.” Durdu, bir daha.“Pisi pisi pisi pisi.”
Son “pisi”den sonra kayığın kıyıya dönük ön tarafına şekilsiz, ufak bir karaltı çıkıp oturdu ve oturduğu anda da kendini rüzgâra kaptırıp sesleneni unuttu. Kısa tüylerinin arasında dolaşan deniz havası, kedinin suratına gülümsüyormuş gibi bir ifade yerleştirmişti. Adam hâlâ yatıyordu. Tek fark, kadının o an adama rüya gibi gelen rahatlatıcı sesiyle birlikte kalbinin önünde sımsıkı kenetlenmiş ellerini gevşetip başının altına yastık yapmış olmasıydı. Kedi kayığın ucunda kuyruğunu ayaklarının önüne dolamış güneşlenir, adam güneşin sıcağında gevşemeye devam ederken, kadın suyun içine doğru yürümeye başladı. Su onun gelişine direnmedi. Yavaş yavaş ayak bileklerini geçip dizlerine, oradan da bol elbisesinin eteklerine. O yürümeye devam ettikçe elbise önce balon gibi şişti, sonra kadının arkasına geçip orada yüzmeye başladı. Kadın, su karnını tamamen kucaklayıp göğüslerinin altına geldiğinde kendini sırt üstü bıraktı. O kollarını ve bacaklarını açıp suya düşmüş koca bir yıldız gibi salınmaya başladığında, karnı da ters dönmüş bir kayığın alt kısmı gibi güneşe dönmüştü. Bebek bir süre kıpırdandıktan sonra, annesini saran ışıltılı suyun sakinliğinin, kendisini saran karanlık sulara geçmesine izin verip uykuya daldı.
Deniz kadının ellerine masaj yapıyor, çıtır çıtır seslerle kulaklarına girip çıkıyor, ona kendi rahminin içinde olup biteni anlatıyordu. Suyun dışında ne ses varsa – kuş cıvıltıları, uzaktan geçen balıkçı teknelerinin motor gürültüsü, kasabanın yavaş yavaş canlanan sokaklarından yükselen bağırtılar – hepsi birkaç kat yumuşuyordu içeride. Yumuşuyor, bir araya geliyor ve kadının etrafında huzurlu bir çember oluşturuyordu.
Neden sonra boğuk bir miyav karıştı bu çembere. Kadın başını kaldırdı, su bedenini çaktırmadan döndürdüğü için bir an yönünü şaşırdı, sonra kayığın olduğu tarafı buldu ama güneş o kadar parlaktı ki içinde oturan dağınık saçlı siyah siluet dışında bir şey göremedi. Kocası uyanmış, kedi gitmişti. Kayığın gerisinde, puslu dağların yukarısında kocaman gri-mavi bir bulut vardı şimdi.
Kocasını sağ salim görüp rahatlayan kadın, derince bir nefes verip suya geri bıraktı bedenini.
Güneş artık tam tepede olduğu için adamın tişörtü ter içindeydi. Küçücük yerde iki büklüm yatmaktan her tarafı tutulmuştu. Eğilip iki elini birden suya daldırdı ve zayıf bedenine oranla kocaman olan ellerine doldurduğu şeffaf sıvıyı yüzüne çarptı. Biraz da kollara ve enseye, sonra tekrar yüzüne. Kayığın diğer tarafındaki delikli heybeye uzanıp ne küçük ne büyük, ne sarı ne yeşil bir elma çıkardı ve yüzünden dudaklarına akan tuzla birlikte büyük bir ısırık aldı. Ekşi. En sevdiği. Karısı dün komşularından izin alıp bir sepet toplamış, sonra sepete yeni yaptığı iki ekmeği koyup komşuya geri vermişti.
O sırada henüz kavga etmemişlerdi. Adamın hep şaşırdığı bir şeydi bu; ortada hiçbir şey yokken, gün gayet normal ve huzurlu akarken nereden çıktığı belli olmayan ani fırtınalar. Doğa bile önden haber veriyordu havanın değişeceğini, mevsimin döneceğini ama insanoğlu doğadan üstünmüş, her şeyi bilirmişçesine bir anda hayatı alt üst etme hakkını buluyordu kendinde.
Adam elmadan üçüncü ısırığını alırken tartışmanın sebebini hatırlamaya çalıştı. Hatırlayamadı. Hışımla evden çıktığını, sahile yürürken cılız bedeninin ucundaki ayakların birer gülle gibi kuma gömülmesini, oyun oynadıklarını sanıp neşeyle peşine takılan kediyi, omzuna ne ara attığını hatırlamadığı heybeyi kayığın içine fırlatışını, göğü koyu bir pembeye boyayarak suyun içinde usul usul kaybolan güneşi, kayığı hırsla suya iterken “Arrrgh!” diye bağırışını, kedinin birkaç saniye kulaklarını dikip tereddütle bekledikten sonra kayığın arkasında ona eşlik etmeye karar vermesini… Hepsini hatırlıyordu. Tartışma sebebini? Hayır.
Elmanın çekirdekleri görünmeye başlayınca adam koçanı fırlatıp suya attı. Karısı orada olsa, “Toprağa vermeliydin,” der, hevesini kursağında bırakırdı. Adam etrafına bakındı. Kedi? Kedi nerede? Koca bir denizin ikiye ayırdığı o şehre ilk gittiğinde bulmuştu onu hayvan. Karısıyla da onun sayesinde tanışmışlardı. Kedi, adamın çalıştığı kilisenin arka tarafındaki mütevazı odasına, peşine sert bakışlı bu genç kadını da takıp gelmiş, bir daha da yanlarından ayrılmamıştı.
Ve şimdi yoktu minik dostu. Adamın içi burkuldu ama yüz ifadesi aynı kaldı. “Belki yüzüp çıkmış, eve gitmiştir.”
Hava dönmeye başlamıştı. Güneş hâlâ bulutların arkasından göz ucuyla baksa da, gökyüzüne artık koyu griye dönmüş bulutlar, suya da yavaş yavaş büyüyen dalgalar hükmediyordu. “Al sana işaret,” dedi adam.“Ne yapacaksın tek kırık kürekle acaba?” Ve büyücek bir kanoyu sudan ibaret bir kanyonda idare etmeye çalışır gibi, kırık küreği bir sağa bir sola savurarak sahile yaklaşmaya çalıştı. Ama o kürek çektikçe, akıntı onu kasabanın ufak iskelesinden uzaklaştırıyordu. Karısıyla baş edemeyince basıp gitmişti; tabiat anayla baş edemeyince nereye gidecekti?
Paniğe kapılmaya başladığı sırada ince ama kuvvetli bir ses: miyav!
Başını sola çevirdiğinde suya bir batıp bir çıkan, ıslanmayan tek tüyü kalmadığı için artık kediden başka her şeye benzeyen zavallı yaratığı görüp dehşet içinde küreğe asıldı, ama ne fayda. Kayık kocaman dalgaların içinde kâh yalpalıyor, kâh kendi etrafında dönüyor, kâh alabora olacakmış gibi havalanıp suya geri konuyordu. Adam büyük bir nefes alıp kendini suya attı ve kediye doğru yüzmeye başladı. Hayvanın sesi artık dalgaların içinde duyulmaz olmuştu. Bir ara ne olduğunu anlayamadığı bir ses daha geldi. Boğuk. Ne kalın ne ince, ne var ne yok. Yanlış tarafa mı yüzüyordu? Kedi dalgalarla döne döne yer mi değiştirmişti?
Adam ümidini kaybetmek üzereyken tam karşısında bir şey battı çıktı, battı çıktı ve sonra yorgun düşmüş ufacık bedenini tamamen bırakıp ileri geri savrulmaya başladı. Genç rahibin elleri nihayet kediye değdiğinde, hayvandan cılız bir ses çıktı. Sonradan nasıl olduğunu hatırlayamadan kayığa dönmeyi başardı adam; kedinin cansız görünse de henüz teslim olmayan minik bedenini kucaklayıp ısıtmaya çalıştı, ama kendisi de sırılsıklam olduğundan bu pek işe yaramadı.
Sonra bulutlar dağıldı. Birden. Öncesinde hiçbir şey olmamış gibi. Güneşin ateşten kolları kalan birkaç bulutu da yarıp açtı ve suya, kayığa, adama, kediye uzandı. Kedinin gözleri yarı açık, nefesi varla yok arası, bedeni titreme halinde. Adam hayvanın başına minik bir öpücük kondurup, kasabadan ne kadar uzaklaştığını görmek için bakışlarını kıyıya kaydırdı. Doğup büyüdüğü, arada terk etse de hep geri döndüğü yer, alçak iskele, derme çatma evler, çocukluğundan beri en huzur bulduğu yer olan ufak kilise. Her şey karşısındaydı. Sanki hiç fırtına çıkmamış, kayık hiç savrulmamış, adam akıntıya kapılmamış, kedi boğulayazmamış.
Kıyıya yakın bir yerde bir karaltı gördü adam. Üzerine güneş vurduğu için ne olduğunu anlayamadı. Belki ufak bir kayık, ya da fırtınada yaralanmış, uçacak gücü kalmamışbüyük bir su kuşu. Anlamak için yaklaşması gerekecekti. Ama adam yorgundu. Kediyi kucağından bırakmadan kayığın zeminine yattı, bir cenin gibi kıvrılıp hayvanı da koynunda ısıtmaya devam ederek gözlerini kapadı, güneşin onları ısıtmasına izin verdi.
***
Artık tek bir bulutun bile gezinmediği masmavi gökyüzündeki tek leke, koca beyaz bir kuş. Kanatları bir açılıyor, bir kapanıyor ve kuş açıkta tek başına duran lacivert kayığın zemininde kıvrılmış adamı görüyor. Bir de kayığın biraz ilerisinde yüz üstü yatan, suyun ufak kıpırtılarına sağladığı uyum haricinde hiç hareket etmeyen, elbisesinin arkası balon gibi şişmiş kadını. Kuş onların üzerinde birkaç kez dönüp gagasını sonuna kadar açarak bağırıyor. Bir daha, bir kez daha.
Ve sonra güneşin kollarının arasında kayboluyor.