https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bahçe kapısının önünde duruyor siyah rugan ayakkabıların. Ben şimdi yüzleşiyorum ölümünle. Oysa morgda yatan buz gibi bedenine dokunduğumda ellerim yanmış, kefene sardıkları bedenin toprağın içine konulurken nefessiz kalmıştım ama hiçbirinde şu anda yaşadığım sarsıntıyı yaşamadım. Ölümün, derisinde ince çizgiler oluşmuş ayakkabından bakıyor bana. Yanımdan bir bir insanlar geçiyor. “Kim koydu bu ayakkabıları?” “Başın sağ olsun canım.” Kaşlarımı çatarak bakıyorum, tırnakları metlerime geçiyor. “Bu ayakkabılar olmaz.” Biri giriyor koluma. “Allah geride kalanlara sabır versin.” İçeriye götürüyor beni. Bense sürükleniyor gibi hissettiğim için bahçenin yarısında kolundan çıkıp, ayakkabılarına bakıyorum. Koluma girenin sesi cızırtılı bir radyodan çıkıyor sanki. “Cenaze evi olduğu anlaşılsın diye koyduk. ”Başka bir cızırtı karışıyor araya. “Ölü evden uzak dursun diye de konulur.” Birer bıçak gibi savuruyorum gözlerimi üzerlerine, kesiliyor sesleri. Acıma saygı göstererek susuyorlar. Kaldı ki, bana sorma zahmetinde bile bulunmadan onları kapıya koymaları da acım yüzünden. Kendilerince iyilik yaptıklarını düşünerek bana gelmeni sağlayan ayakkabılarla seni benden uzak tutmaya çalışıyorlar. Senin tabirinle bencil iyilik bunun adı. Eve giriyorum. Her yerden bir insan çıkıyor. En yakınından en uzağına herkes aynı ifadeyle bakıyor yüzüme. Binlerce iğne batıyor tenime. Büyük camın önündeki tekli koltuğa otururken, “Seviliyordu rahmetli,” diyor sivri çeneli, gri bakışlı akraban. Onu en son ne zaman gördüğümüzü düşünüyorum. Hiç hastaneye gelmedi mesela, ya da son dönemlerde aramadı hiç, biliyorum. Yine de senin en sevdiğin köşede durup seninle ilgili ahkâm kesebiliyor. Onay bekleyen gözlerini bana çeviriyor. Yakasından tutup dışarıya atmakla, başımı başka yöne çevirmek arasında gidip geliyorum ve ikincisinde karar kılıyorum. Aslında ilkiyle aynı anlamı taşıyor hareketim ama ona tesir etmiyor, biliyorum.

Cenaze arabasının kıvrıldığı köşeye bakıyorum. Sen bisikletinin üzerinden gülümsüyorsun bana, ardından boş ver dercesine sallıyorsun omzunu ve hızla kayboluyorsun. Her zamanki gibi kaçıyorsun kalabalıktan. Bunun için ayakkabılara gerek yok demişsindir kesin o şahane gülümseyişini atarak. Siyah rugan ayakkabılar; izlerken burun kıvırdığımız klişe tanışma sahnelerinden farksız tanışmamızın en önemli figürü. Karışan kargolar sonucunda birleşiyor hayatlarımız. Senin elinde benim sivri burun ayakkabılarım, benim elimde senin siyah ruganlarınla gülümsüyoruz birbirimize. Onlarla adım atıyoruz yeni hayatımıza. Bembeyaz bir gün. Elimdeki kartopunu gelin çiçeği misali fırlatıyorum arkadaşlarımıza. Karlar parçalara bölünerek saçılıyor etrafa. Beyaz bir mutlulukla sarmalanıyoruz. Sen gülüyorsun. Bana senin kadar güzel gülen kimse olmayacak anlıyorum. Bir tıkırtı duyuyorum sehpanın üzerinde, ardından çatal bıçak sesleri geliyor. Fısıltılara ağız şapırtıları karışıyor. Birileri ağlıyor, birileri bana bakarak bir şeyler fısıldıyor. Hiç ağlamadığıma dair bir şeyler çalınıyor kulağıma. Bakışlarım onlara çevrilince susuyorlar. Mahcup oldukları için değil hala ağlamıyor olduğum için mağrur bir suskunluğa bürünüyorlar. Belki soğan doğrarken, çiçekleri sularken, saçma bir filmin saçma bir sahnesini izlerken, kitaplığın tozunu alırken ya da dans ederken, ağlayacağım. Kimse neden olduğunu bilmeyecek ama sen bileceksin. Derin bir tebessümle sileceğim gözyaşlarımı sonra. Kimse anlamayacak ama sen anlayacaksın. Tıpkı senin istediğin gibi acımı nasıl yaşayacağıma ben karar vereceğim. Birileri doğrudan benimle konuşuyor. Anlamıyorum. Yanlış belki ama gitsinler istiyorum. Üç kişinin daha bahçeden içeriye girdiklerini görüyorum. Ayakkabını gören geliyor. Kalkıyorum tekli koltuktan, sivri çeneli gri bakışlı akrabanın önünden geçip mutfağa yöneliyorum. Ağır bir kokuyla sızlıyor burnum ve yüzüme acı bir buhar çarpıyor. İkinci kez yüzleşiyorum ölümünle. Elimi burnuma kapatıyorum. Annemin ardından da aynı koku sarmıştı evi. Gözlerimi sıkıca kapıyorum. Beyaz bir tabağın içinde önüme uzatılıyor koku. Çatal kaşık sesleri, çalkalanan ayranla karışıyor. Babama bakıyorum. İçi dolu kaşığı ağzına götürecekken avazım çıktığı kadar bağırıp fırlıyorum dışarıya. Kırılan cam sesleri takip ediyor beni. Gözlerimi açıyorum yeniden. Koca bir tencerenin içinden buharlar yükselirken, bir kadın dua ederek tahta kaşığı daldırıyor tencerenin içine. “Ne istedin kızım,” diyor bir kadın. “Pencereyi açın!” Parmaklarımla boğazımı ovuşturuyorum. “Bak biz her şeyi hallediyoruz. Et kavruldu, pilavı da hallettik. Tatlı içinde sipariş verildi.” “Pencereyi açın!” Öksürüyorum. Koku her saniye daha da ağırlaşıyor. “Caminin hocasıyla görüşüldü, akşam gelecek. Sen dinlen kızım biz buradayız.” “PENCEREYİ AÇIN!” Elimi öğürerek çekiyorum burnumdan. Kusuyorum. Sesim sadece mutfakta değil tüm evde yankılanıyor. O sırada kapıdan girmekte olan üç kişi öylece kalıyorlar eşikte. Bedenlerin arasından geçip, açıyorum pencereleri. Açık duran kapıyla birlikte bir cereyan oluyor içeride. Koku çıkıyor, rüzgâr giriyor içeriye. Perdeler birer hayalet gibi esiyorlar üzerime. Buradasın şu an, hissediyorum. Nefesini taşıyor rüzgârlar. Dolaşıyorsun içeride. İçimden geçiyorsun. Hıçkırıklı bir ses yükseliyor apartmandan. Ölüme değil doğuma atılan telaşlı bir hıçkırık. Komşumuz kocasının kolunda ağır ağır iniyor basamaklardan. Kısacık bir an benimle göz göze geliyor, “geliyor, doktor hanım,” Hemen yanına gidiyorum. Diğer koluna girip arabama yönlendirirken bir taraftan da hastaneyi arayıp, doğumhaneyi hazırlamalarını söylüyorum. Şaşkın ve bir o kadar da kınayan sesler takip ediyor beni. Ta ki bebeği elime alana kadar. Bebeğin hıçkırığı susturuyor hepsini. Kollarımın arasından selamlıyor hayatı. Birkaç saat sonra bahçe kapısında duruyorum yeniden. Ayakkabıların, bir başlangıcın sıcaklığını taşıyan kollarımın arasında duruyorlar.