Kitabı okurken zihnimden hep şu soru geçti: “Acaba yazarlar, içine doğdukları toplumun bir kültür ve duygu taşıyıcısı olabilirler mi?”
Çocukluğumuzda bize yüklenen her duygu, her önyargı, her düşünce eserlerimizde yaşamaya sanki inatla devam ediyor. Öyle dirençli bir tavırdır ki bu, yazarın kalemi, tinin bir nevi özgürlüğüdür desek yanlış olmaz
Sibel Oğuzda bütün öykülerinde onu besleyen çevrenin motiflerini okurlarına cömertçe sunuyor. Konunun bütün öğelerini büyük ustalıkla konuşturuyor. Kendi iç görüsünü okura sunmak gibi bir derdi yok. Çünkü o da çok iyi biliyor ki okurun eseri okurken ne hissettiğini ne düşündüğünü kestirebilmek imkânsız gibi bir şeydir. Böylece yazar, kendi öyküsünü okura özgürce bırakıyor. Hem de muhteşem bir nesnel bolluk ve imgesel anlatı eşliğinde. Örneğin “Tarhanaların kurutulmaya bırakıldığı bir ikindi vakti Eyüp’le yolları kesişirken” diye yazarken okurundan kendi öznel fantezisini yaratmasını veya öznel bir anısını hatırlamasını istiyor sanki yazar. Oğuz’un öykülerinde bahsettiği o ‘muhtaçlık’ hangimizin peşine takılmamıştır ki? Kaderine razı olan anneler, yaşlı kadınlar, nineler, kaç kızın gününü daha o doğmadan karartmamıştır ki? Hangi günde hangi saatte doğduğu bilinmeyen, kayıt altına alınmayan, hatırlanmayan tüm o insanlar. Daha doğduğu gün değersizleşenler, kız çocukları, kayıp tinler, hepsi bizden, hepsi içimizden.
Bir başka öyküde “Ait olamamak ne garip” diyor, Yazar. Hapis kadınlar, bağımsızlıklarını ilan ettikleri zannındalar. Bu kadınların yaşadıkları, öyle bir yoksunluk ki bir erkeğin hayatına girmesini dahi yabancısı olduğu bir duygunun kalbinde konukluk etmesi gibi hissedebiliyor. Onlar kendi özgürlüğüne sahip çıkamayan, kendi duygusuna, düşüncesine yabancı kadınlar. Sibel Oğuz’un anlattığı bu kadınlar, bizim kadınlarımız. Samimi, içten ve bizdenler. Ve aynalara, kendine yabancılaşmış matruşkalar her biri.
Sibel Oğuz, öykülerinde ‘kahraman anlatıcı’ bakış açısını kullanıyor. Kahraman anlatıcı, kendi dil ve üslubuyla birinci tekil şahıs ağzıyla konuşuyor. Bu anlatıcı bakış açısı, öykülere ve yazarın kalemine çok uygun. Böylelikle okurla daha sıcak, samimi ve inandırıcı bir ilişki kuruyor.
Bir öyküdeki kadın karakter kendi iç sesinin tepesine Raskolnikov’un baltasıyla vuruyor. Edebiyatta metinlerarasılık kavramını kullanarak öykü karakterini, başka güçlü bir edebiyat kahramanına gönderme yaparak yüceltiyor. Diğer taraftan Freud’unpsikanalitik yaklaşımında olduğu gibi sağlıklı kabul edilen birçok insanın, katlanamadıkları bir noktaya geldiklerinde bilinçlerindeki bazı tasavvur ve imgeleri bastırmayı tercih ettiğini görüyoruz. ‘Matruşka’ adlı öyküde, kocası rüyalarında unutamadığı sevdalısının adını sayıklayan kadının çaresizliğinde olduğu gibi. Geleneğin hükmüne göre evlendirilen iki insan. Yaşadığı acıyı, kırılan onurunu -duygusunu dönüştürerek- unutmaya çalışan bir kadın kahraman. Tam da kocasının yaşadığı hastalık sebebiyle, Allah’a unutturdukları için teşekkür ederken, bastırılan duyguların daha yoğun hatırlandığını fark ediyor.
Sibel Oğuz, bir öyküsüne şu girizgâhı yapıyor “İnsan, birçok şeyle baş edebildi de merakına yenik düştü.”
Hadi Ey sevgili okur siz de merakınıza yenik düşün ve bu kitaba bir şans verin.