https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Cadının kehanetiyle karardı Macbeth. Zamanın tahtına, karşısında duran bu dumanlı, kuru varlığın hükmü oturabilir miydi sahiden? Macbeth kral olabilir miydi?

Savaşta gümbür gümbür basan tabanları kuma gömülmeye başladı. Macbeth’in yorgun başını uğultular sardı. Biraz olsun ferahlayabilmek için topraklı yüzünü göl kenarında yıkadı. Suyun yüzeyinde gördüğü akis çıplak göründü ruhuna. “Şu kupkuru başa bak! Şeytanlar sarmış dört bir yanını!” dedi, tükürdü suya. Yüzü bulandı. Kupkuru dediği o yüz kendinden tiksinmenin salgısıyla yıkandı. Düştü yeniden yola. Evine varana kadar her kuytuda gözleri kuru cadıyı arandı. Macbeth’in etini lime lime şüpheler sardı.

Oysaki kral yaşıyordu. Soluk alıp veren bu adam, kendisiyle aynı kanı taşıyordu. Daha iki gün önce onun namzeti olarak bir zafer kazanmamış mıydı? Bu uğurda onlarca savaşta canını etinden uçurmaya razı olmamış mıydı? Yüreğinde değişen şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu Macbeth. Kulaklarını yıkamak, bu kehanetten arınmak istiyordu. Sinsi bir tutku kanında şeker gibi eriyordu. “İnsan, kendi ürettiği tehlikenin önünü alabilir mi?” diye sordu kendine.

 

Sarayının kapıları ardına kadar açıldı. Hizmetliler koşup bir bir önünde eğildiler. Kabilesi, savaştan zaferle dönen cesur Macbeth’i kıvandırmak için sıraya girdiler. Doyurdular, yıkadılar, taze yaraları sarıp, yaşlı kabukları soydular. Pirüpak girdi leydisinin lavanta kokan koynuna. Onun tatlı soluklarının buğusunda dinleniyor, uyuyor uyanıyor, yine de arınmış hissetmiyordu. Üzerinde taşıdığı bu et, ne yaparsa yapsın kirleniyordu.

“İçinde çamur varsa testiyi yıkamak neye yarar?”

“Hangi mevhumla bunu söyledin?”

Karısının cevabını işitince şaşırdı. Bunu dışından mı söylemişti? Vehimlerini içinde tutamıyor muydu artık? Bu derece alçalmış mıydı? Karısının buz gibi gözlerine bakıp içindeki cehennemi fısıldadı. Leydinin içi ürperdi. Atalarından gelen bir bağın tılsımıyla bağlıydı cadılığa. Şayet kocasına görünür olmak istedilerse doğruydu söyledikleri. Kehanet dedikleri, kaderin ayak sesleri. “Olabilir.” dedi. “Bir gün kral olabilirsin elbet.” Macbeth’in başı içine ateş düşmüş gibi yanıyordu.

“Aklımdan çıkaramıyorum.” diye fısıldadı cılızca.

“Olacak olan, oluş âleminde ilerliyor. Senin yapman gereken bir şey yok.”

“Ya varsa…” dedi Macbeth. “Ya tacı giymem gerekiyorsa… Ama nasıl olacak?”

“Sen kehaneti gerçekleştirmeye niyet etmişsin. Peki ya o cadıyı hiç görmeseydin? O zaman da yanar mıydı içinde bu ateşler? Ve fakat senin her hâlükârda kral olman icap ediyorsa o zaman da gerçekleşmez miydi olacak olan?”

“İnancım tarumar oldu leydim.” diye inledi Macbeth.

“Neye olan inancın bu yara alan? Kendine mi kadere mi?”

Derin kuyulara batıp çıktı Macbeth. Bu sorunun cevabını bilmeye vakıf olamıyordu. Tüm krallığın saygı duyduğu bu korkusuz adam, bahtının karşısında tir tir titriyordu. Kralın kendilerine yemeğe geleceğini öğrendiğinde büsbütün hastalandı. Onda kralda olmayan binbir meziyet vardı. Öyle bir dövüşürdü ki karşısında kimse duramazdı. Kazanamadığı savaş, isteyip de alamadığı baş yoktu. Savaş meydanının kanlı sıcağında ölümden bile korkmuyordu. Fakat tüm bunlar şimdi kendisine yetmiyor, öyleyse neden kral değilim diye ruhunu sanrılara sürüklüyordu:

Öyleyse kral olabilirim.

Kralın gücü benim varlığımı bir saniyede ezip geçer.

Ben de bu gücün sahibi olabilirim.

Ölümden korkmayan kral hangi halka nasip olmuş?

Ben!

Kral!

Olabilirim!

 

Hançerini hazırladı, aklını biledi. Kararından dönmemeye yemin etti. Bu gece yemekten sonra kralı öldürecekti. Tacı eline aldığı anı, ağırlığını başının havzasında taşıdığını, o serin altını düşledi Macbeth. Başı şimdi eksikti. Omuzlarında leydisinin ellerini hissetti. Yemeğe inmeden önce yanına uğramak istemişti.

Gözleri gözlerini çabucak yakaladı: “Sen kararmışsın.” dedi.

Leydi, bir başka cehennemin meşalesiydi.

“Ben cadılığı derimde değil, damar damar derinde taşıyorum yüce Macbeth. O hâlde ben de senin ruhuna belirip o kör karanlığa iki çift kelam edeyim: Şayet bu gece bıçağını kanla bilersen, kendi akrabanın canına cellatlık edersen önce kendi şeytanına taç takarsın. Onun krallığı yanında senin soluk tacının hükmü kalmaz. Güç mü arzuluyorsun? İraden gücün olsun Macbeth. Özgür bir uyku, masumiyetin yegâne mükâfatıdır.” Macbeth karısının kalbinin üzerine koyduğu ellerini kokladı. Aklındaki hançerler bir bir aralandı. Gece boyunca tebrikleri kabul etti ve kralın mükâfatlarına teşekkür etti. Herkes uyuduğunda kendini yıldızlı gecenin serin kollarına bıraktı. Gün ışıyana kadar bahçede dolaştı. “Bir gün, bana bahşedilen iz beni bulacak. Tarih, beni yazmak üzere şekilleniyor; hiçbir kehanet benden tarih yazmamı beklemiyor.” dedi ve soluklandı. Macbeth ile birlikte tüm evren derin bir nefes aldı.

 

Bir başka evrende her şey böyle olabilirdi, eğer insan tasarımı tragedyalarla evrimleşmeseydi. Bu çağ Macbeth’lerin, hepimizin içinde taşıdığı Macbeth olma ihtimalinin çağı. Bir şey yapma, bir şey olma, ilerleme ve dönüşme arzumuz, salt insan olabilme motivasyonumuzun önünden yürüyor. Gölgemizi vizyonumuz çiziyor. Şu an burada olan, bu koltukta oturan, bu anda soluk alıp veren “ben”in bir sonraki anı düşünmekten başka bir eylemi yok. Macbeth’lerin bugünü yok, daima yarını var. Bu çağın insanı olmaya geldiği şeyi düşünmekten onu olmaya fırsat bulamıyor. Üstelik artık hiç kimsenin niyetine yön verecek bir Leydi Macbeth’e ihtiyacı yok, herkes kendi iyi kötü cinlerini kafasında taşıyor.

 

Macbeth bir gün kral olma kaderiyle doğmuş, yolda cadılarla karşılaşmış, katil olmuştur. Hepimiz içimizdeki o en keskin ışığın yerini bulmak ve oradan parlamak için doğduk. Yolda ne olmamız ve olmamamız gerektiğini söyleyen kâhinlerle karşılaştık ve panik olduk. Kendiliğinden olacak olanı ve zamanı koca bir tragedya olarak algılamaya başladık. Şimdi soyut ölümlerin edilgen çatısı altında yarını düşleyerek soluk alıp veriyoruz. Düşe gelecek karıştırdığımız her an şimdiki zamanın yalınlığını katlediyoruz. Biz bugün hâlâ Macbeth’i konuşuyor, sahnelerde Macbeth’i izliyor ve farkında olmadan Macbeth kafasıyla yaşıyoruz.