https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Anadolu’da aklını kaçırıp da şıkır şıkır oynayanlara “oynattı” derler. Üstüne üstüne gelen dertler baş edemeyeceği boyuta gelen insan kimi zaman geçici, kimi zaman kalıcı bir histeriye kapılıp dans etmeye, göbek atmaya başlar. Bazen de toplu bir gösteri olur dans, kutlamada ya da protestoda. Aslına bakarsanız oynayana değil, oynatana bak demek lâzım gelir.

On altıncı yüzyılın başlarındayız. Hikâyemiz Fransa Almanya sınırında bir şehir ve Roma İmparatorluğu’ndan kopup bağımsız bir cumhuriyet olan Strasbourg’da geçmektedir. Avrupa’da Hıristiyan Alman teolog Martin Luther’in etkisinin ve Protestanlığın yaygınlaştığı, Hollandalı bilgin Erasmus’un ününün ve saygınlığının bütün kıtaya yayıldığı bir dönem. Diğer yandan,Asya’dan Avrupa’ya doğru hızla yayılmaya başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü döneminde hüküm süren, ardı ardına fetihler yapan Muhteşem Süleyman’ın namı ve Türk istilâsı korkusu cüzzamdan, kara vebadan bile daha büyük bir tehdit olarak ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Kuzey Avrupa’da ticari bakımdan kenti önemli kılan Gümrük Dairesi ve Ren Nehri üzerindeki ilk köprünün varlığı sayesinde Strasbourgsanat, kültür ve zenginliğin merkezi haline gelmiştir. Ancak, 1518 yılına gelindiğinde, arka arkaya gelen don ve kuraklık halkı açlığa mahkûm etmiştir. Halkı sömürerek aşırı zenginleşen piskopos ve Katolik ruhban sınıfına ait kilise ve manastırlar yiyecek ve altın stoklarıyla dolup taşmaktadır. Kiliseye söz geçiremeyen kent meclisi ve belediye başkalarının iyi niyetli çabalarına karşın halk akıl almaz bir açlık, sefalet, pislik içinde kıvranmakta, salgın hastalıklar giderek artmaktadır. Öyle ki, sokaklarda kedi, köpek, eşek bile kalmamış, insanlar ölmüş çocuklarını, hatta sokaklardaki dışkıları yemeğe başlamışlardır. Sonunda bu yaşananlar insanları çıldırma noktasına getirir istemsiz ve ölümcül bir histerik dans salgını binlerce kişiyi etkisi altına alır. Yaşanan en tuhaf, sebebi belirlenemeyen toplumsal vakalardan biri olması ve trajik sonuyla tarihe damgasını vurur.

Sarışın kadın dosdoğru ilerliyor, surların gölgesinde, çatılı bir köprüye varıyor. Bu köprünün ortasında durup çocuğunuırmağa atıyor. Bebek, sönmüş kireç yüklü, içilemeyecek cinsten bir suyun içinde sallanıyor.  Küçük uzuvları sanki dans ediyormuş gibi dalgalanıyor. Takla atıyor, kirli burgaçlar arasında yuvarlanıyor, kendi çevresinde tekrar dönüyor, sonra da batıyor. Bebeği doğuran, başını çeviriyor. Söyleyecek lafı kalmadı artık. Bundan böyle pusulası, yıldızı olmayan zavallı bir yelkenli o. Sefaletin gözyaşı döktüğü tenha, ıssız bir sokaktan geçerek, piskoposun şatafat lıözel konutu önündeki piskoposluk bayrağının altında yolunu kaybediyor. Bu trajik ve gerçek hikayeyi tarihi belgelere dayanarak romanlaştıran Fransız roman ve çizgi roman yazarı Jean Teulé (1953 – 2022) adeta günümüzden o zamana ışınlanmış, görünmezlik peleriniyle olayları gözlemleyen bir muhabir gibi, olayları üçüncü tekil şahıs anlatıcı ağzından anlatıyor.

Yazar zamanın ruhunu, mekânın ve insanların tasvirini, yaşanan toplumsal histeriyi başından sonuna kadar, tüm detaylarıyla, izleyiciye aktarmaktadır. Okuyucu yerine izleyici sözcüğünü tercih etmemin nedeni yazarın müthiş betimleme yeteneğiyle sahneleri adeta sinema perdesinde gösterircesine okuyucuya yansıtmasıdır. Bir gravür baskı presinin yanındaki sıraya kıçını koymuş, parmaklarıyla baskı makinasının kenarında uzun uzun ritim tutuyor –pıt pıt pıt…– sonra ayağa kalkıyor. Atölyenin kapısını açık bırakarak sokağa çıkıyor. Ayağında tahta pabuçlarıyla, sanki bale pabuçları varmışçasına, bir bacağını arkaya uzatıyor, başını geriye atıp yüzünü göğe çeviriyor. Tek ayak üstünde dönüyor, belini çukurlaştırıyor, iyice öne eğiliyor, parmaklarını açıp ellerini yukarılara uzatıyor. Önce bir adım sağa, sonra bir adım sola gidiyor. Pabuçlarının tahta tabanları pislikleri tokuşturuyor. Sarışın kadın kendi etrafında hafifçe dönüp zarifçe uzattığı kollarını birbirinden ayırıyor ve bir kızböceği gibi kanat çırpıyor.

Teulé anlatımında taraflı ve sert yorumlarını esirgemeyen bir dil kullanıyor. Nispeten hali vakti yerinde bir hanım, baldırı çıplak dansçılarla alay ediyor, ama onlar, görmezden gelinmeyi ya da görülmeyi pek dert etmiyor, hiç oralı olmuyorlar. Kadın, büklümlü saçaklı şeritleri içinde, hor gören bir tavırla, kontes gibi kibirli kibirli caka satıyor: Para insanı küstahlaştırıyor…..Terbiye derseniz, danalar kadar terbiye almamışlar, ama hastalık bulaşmasına pek hassaslar. Belediye başkanının yüz ifadesini yansıtan bıyıklarının yukarı, aşağı, yatay duruşundan hislerini anlıyoruz. Parşömen kağıtlarıyla karın doyuran, sokaklardan dışkı toplayan, lapaya bulaşmış kumaşları kemiren insanlarda açlığın sefaletin derecesini görüyoruz. Anlatıcıyla birlikte öfkeleniyor, tiksiniyor, kusmanın eşiğine geliyor, bazen dehşetten dona kalıyoruz. Bu etkileyici canlandırma, açlığın, yaşama güdüsünün insanları getirebileceği en uç noktaları hatırlatarak ama daha da önemlisi aç gözlülüğü ve hırsı doyurmanın imkânsızlığını, muktedir zalimlerin aç hayvanlardan çok daha vahşi canavarlar olabildiklerini gösteriyor.

Açlıktan, adaletsizlikten, çaresizlikten, umutsuzluktan akıllarını yitirme noktasına gelmiş insanların seslerini duyurabilmek için son çare olarak istemsizce tutuldukları dans humması, bilinç dışı bir toplu isyan, gösteri ve protestoydu. Belki de bugün grevlerde halay çeken insanların öncülleriydi bu insancıklar. Bu çılgınlığın hızla yayılması ve yol açabileceği zararlar ancak Türklerin saldırısı ihtimaliyle eş değer bir risk oluşturduğunda ciddiye alınmaya başlanıyor. Yine de hiçbir salgın insanları Türk akını kadar korkutmuyor. Olayların arka planında Avrupa’da halen devam eden Türk düşmanlığının nedenlerine dair ip uçları veriliyor. Diğer yandan, Yahudi soy kırımının ayak seslerinin de yüz yıllar öncesinden duyulmaya başlandığını söyleyebiliriz. Piskopos kendisini dansçıları yakmakla suçlayan belediye başkanına şöyle cevap verir: Strasbourg’un kendi Yahudi halkına karşı davranışını size hatırlatmamı ister misiniz? Büyük meclisin bütün burjuvaları Yahudilere o kadar borçlanmıştı ki nasıl geri ödeyeceklerini bilemiyorlardı, sonra akıllarına bir fikir geldi. Bir Aziz Valentinus günü, şehirdeki 1600 Yahudi, şehir merkezindeki Yahudi mezarlığına yerleştirilen odun yığınları üstünde yakılarak öldürüldü, böylece belediyenin hiçbir borcunu ödemek zorunda kalmadılar. “O halde yirminci yüzyılda Aziz Valentin gününün “Sevgililer Günü” olarak kutlanmasının dünya çapında yayılmasnıı, toplumsal bir tüketim ve sevgi gösterisi histerisine dönüşmesini de tarihsel bir ironi olarak görmelimiyiz?” diye soruyor ve cevabı tarihçilere bırakıyorum.

Jean Teulé, Dansa Davet romanıyla koreomani denen dans vebasının tarihin tozlu sayfalarında, bir ansiklopedi maddesi gibi kalmamasını, insanlığın geçtiği yolların haritasında ibretlik bir anıt olarak hafızalara kazınmasını sağlıyor. Modern çağın insanına adaletin, demokrasinin önemini, din ve devlet işlerinin ayrı tutulup, egemenliğin sınıflara, kişilere değil millete ait olması gerektiğini hatırlatıyor.