Stefan Zweig’ın yazım aşamasında adını başta Firari (Fahnenflüchtige) olarak tasarladığı bu kitabı, temelinde askerlik ve savaş kavramının bireylerin iç dünyasında nasıl tezahür ettiğini anlatıyor. Bir ressam olan Ferdinand, savaştan etkilenmemek adına eşiyle birlikte İsviçre’ye kaçmıştır. Ancak kitabın içinde çokça “makine” olarak nitelendirdiği bu insan öğütücü düzen onun peşini orada da bırakmayacaktır.
Bir karıncaya bile zarar veremeyecek bir tabiata sahip olan Ferdinand, ülkesinin askerlik bürosundan gelen yazıyla yıldırım çarpmışa döner. Savaştan kaçmak için yerleştiği İsviçre’de bile bu makinenin peşini bırakmaması onu derinden etkiler. Kitap boyunca özgürlük ve esirlik arasında sorgulamalarına eşi Paula da katılır ve onu özgür olduğuna “ikna etmeye” çabalar. Lakin eşinin bütün telkinleri Ferdinand’ın “20 milyon insanı boğan o zinciri kırmasına” yardımcı olamaz. Bu sebeple eşi Paula’nın telkinleri bir noktadan sonra zorbalamaya kadar varır. Bu açıdan bakınca Zweig insanın elindekileri yitirme korkusunun büyük bir ateşleyici özelliğinin olduğunu Mecburiyet’te oldukça güzel işlemiş.
Burada hem Zweig romanlarında hem de edebiyatın farklı eserlerinde görebileceğimiz şekilde işlenen kaçış teması hep benzer noktalara temas eder. İnsanın doğası gereği olacak ki, bizler korku duymamıza sebep olacak herhangi bir olayla karşılaştığımızda genelde donma, kaçma veya savaşma tepkisini gösteririz ki burada Ferdinand da donakalır ve bunun kaçışa dönüşmesiyle birlikte ayakları onu hareket etmeye zorlar. Ancak bu hareket Ferdinand’ı onun iradesinin dışındaymış gibi konsolosluğa götürür. Ferdinand kendi aklında bir kaçış senaryosu oluştursa da farkında olmadan hep o makineye itaat eder.
Edebiyatta ve gerçek hayatta bu durum oldukça benzer. Bizlerin, yani kahramanların korku duyup kaçınarak attığı bütün adımlar günün sonunda kahramanı korkusunun kaynağına götürür. Onu, kaçtığı şeyin kendisi hâline getirir. Mecburiyet’te de Ferdinand’ın özgürlüğü istemesine rağmen, attığı adımlar onu insan öğüten makineye teslim olmaya götürür.
Zweig kendi hayatında 1. Dünya Savaşını görmüş birisi olarak kitaplarının birçoğunda savaş karşıtlığını işlemiş birisi. Amok Koşucusu, Satranç ve Mecburiyet gibi kitaplarında savaş ve kaçış temaları göze çarpıyor. Dolayısıyla, özellikle bu türdeki kitaplarının otobiyografik öğelerinin olduğu su götürmez. Örneğin Yahudi ve savaş karşıtı eserler kaleme alan birisi olarak Zweig, Hitler’in kara listesine girdiği için canını kurtarmak için önce İngiltere’ye, sonrasında ise Brezilya’ya kaçtı. Kaçışın kitapların ötesinde yazarın hayatında da yer ettiğini düşünecek olursak, eserlerinde kaçış temasının beynimizin derinliklerine kadar işlendiğini görebiliriz. Hatta başka bir açıdan bakılacak olursa Zweig kaçış adına son denemesini de kendi hayatı üzerinde deneyerek ikinci eşi Lotte ile intihar etmiş ve bu dünyadan göçüp gitmiştir diyebiliriz.
Talihsiz bir döeneme denk gelmiş (hangimiz kendimiz öyle göremeyiz ki?) diyebileceğimiz Zweig aslında bir açıdan psikolojinin altın çağı diyebileceğimiz Freud, Jung ve Adler gibi isimlerin olduğu ve psikolojinin gündemde olduğu bir döneme de denk geldi. Bu yüzden olacak ki eserlerindeki derinlikli ve edebi açıdan oldukça başarılı olan psikolojik tahlilleri biz okurlar açısından bulunmaz nimetlerden biri.