Kelimelerle, sözcüklerle aranız her zaman iyi mi olmuştu? Sizi şiir yazmaya iten, sizi şiir
dünyasının o girift âlemine çeken neydi?
Benim için sözcükler bir yurdu ifade eder. Yurtsuzluğumu sığdırabildiğim bir yurdu. Ne
zaman gündelik tahakküm ilişkilerini, iktidarların ürettiği şiddeti, adaletsizliği ve sonsuz
olasılıklara sahip sıradanlığın kötülüğünü görsem yurduma yani sözcüklere yolculuk eder,
sözlüklerde dinlenirim. Hakiki bir yolculuğun koşullarını oluşturmak için sözlüğümü ve
sözcükleri heybemde taşırım ve şifa bulurum.
Kasaplar çağında boğuluyoruz. Modern zamanların büyük sözleri, idealleri büyük katliamlar,
darbeler doğurdu. “Demokrasi” adına ülkeler bombalanıyor, “özgürlük, güvenlik” adına
soykırım suçu işleniyor. Demokrasi, barış ve özgürlük gibi hakiki sözcükler özünden
koparıldı ve zulümlerin bağlamına yüklendi. Kolektivizm, toplumsallık paramparça ediliyor.
İklim krizi, ötekileştirme, kadın cinayetleri gibi sayamayacağımız birçok sorunun işgali
altındayız. Bu anlamda şiir benim için otoriteye, kötülüğe bir itirazdır. İnsan insanın kurdudur
diyen otoriteye karşı insan insanın şifasıdır diyen bir sanatsal alandır, şiir. Yangınlar çağının
sancısını anlatabilmek için şiire yaslanıyorum. Şiirler de bana. Birbirimizi besliyoruz. Beni
şiire çeken bu diyalektik ilişkidir.
Okuduğunuz ilk şiir neydi ve sizin üzerinizde o şiirin nasıl bir etkisi olmuştu?
Bu konuda şanslı olduğumu dile getirebilirim. Kalabalık aile buluşmalarında şiirlerin
okunduğu dost meclislerinde büyüdüm. Yetişkinler şiirlerini okur ve söz sırası okuma yazma
bilen çocuklara geçerdi. Yetişkinlerin yazdıkları şiir defterlerinden bir şiir seçilirdi. İlk
okuduğum şiir Nazım Hikmet’in “Güneşi İçenlerin Türküsü” oldu. Beni, çocukları bir özne
olarak kabul eden toplumsal kültür ve dost meclislerimiz en büyük sermayemdir. Babam
gençliğinin büyük kısmını bakırcılık mesleğini yaparak geçirdi. İş yerimizin bulunduğu
sokakta Ermeni, Türk ustaların bakır lengerlere, kazanlara çekiç vuruşlarından çok etkilenir
ve bu sesler eşliğinde sokakta duyduğum sözcüklerden ritimler tutardım. “Yer bakır, gök
bakır…” Çocuğu, ağacı, kadını yaşamın bir öznesi olarak kabul etmeyen düzenin karşında
çocukları bir özne olarak kabul eden sosyal sermayesi yüksek olan dost meclislerinde okunan
şiirler var olma mücadelemin bir parçasıdır. Ranciere’in dile getirdiği gibi “herkesin herkesle
eşit olduğu” bir ahlaki kabulün soyağacıdır, Güneşi İçenlerin Türküsü.
Şiirde kelime seçimi gerekir mi? Yoksa o anki ruh haliyle, ilham geldiği zaman, hiç
düşünmeden, hangi kelime gelirse gelsin onları şiire yansıtmalı mı?
Dildeki canlılık belirtisinin göstergesi sözcüklerdir. Gösterge ve zaman arasındaki ilişkiyi
kayalıklarda seken dağ keçilerine benzetirim. İlham şiirin doğum anıdır. Sözcükler bazen
doğumun coşkusuna eşlik edemeyebilir fakat zaman ve zihin sözcükleri büyütür ve geliştirir.
Bazen kelimeler inatçıdır, coşkunun önünde gider. Bu yüzden sözcükleri bir formun, kurallar
dizgesinin içine hapsedemeyiz.
Sevdiğiniz şairleri bir şiirle ya da bir imgeyle ifade etseniz bunlar neler olurdu?
Ahmet Telli’nin “Soluk Soluğa” şiiriyle ifade ederdim.
Şiir anlaşılmak için mi yazılır yoksa anlaşılmamak da şiirin doğallığını mı temsil eder? Kin
Tutulması’nı yazarken anlaşılmayı düşündünüz mü?
Şiir ya da herhangi bir edebi metin yaratıcısının elinden çıktığı an kamusallaşır. Kamusal olan
özeldir. Her okuyucu edebi metinle öznel bir ilişkiye dâhil olur. Bu ilişkinin içinden sonsuz
olasılıklar çıkar. Bu olasılıklara dâhil olmak yani anlaşılmak amaçlarımızdan biri. Okur ve
şair arasındaki eşitlerin hukukunu şiir kurar. Şiir bu anlamda doğallığın köprüsüdür.
Köprünün temeli ise emekle örülüdür. İki özne arasındaki etkin ilişki emekle yücelir. Emekte
biter yumak.
Kin Tutulması’nı yazarken anlaşılmayı düşündüm. Elbette ki anlaşılmak istiyorum ama bu
isteğim yazınsal değerlerin gölgesinde şekilleniyor. Okuyucun yazınsal metinle ilişkisinde
nesneleşen bir konumu değil, sorgulayan ve üretken bir özne halinde olmasını tahayyül
ediyorum.
“Ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım,” diyen şair gibi, hayatlarımızdan geçip
giden insanların bizlere nasıl bir katkısı var? Sizin hayatınızın bir noktasına misafir olup
yazma sürecinize ister istemez katkı sağlayan biri ya da birileri oldu mu?
Bir varmış bir yokmuş. Masallarımızın girişi hem var olmayı hem de yok olmayı; varlığı ve
yokluğu ne güzel anlatır. Benim masalımda bir kasabaya gelen kitapçıyla başlıyor. Gezgin
kütüphane gibi aracına doldurduğu kitaplarla esnafları gezen, şiirler okuyan, kitap
soruşturmaları yapan bir öğretmenle tanıştım. Babam da çok sever şiiri. Şiir kitaplarını
duyunca gülümsemeleri arşa uzanır. Yanlış hatırlamıyorsam Malatya’dan gelen bir Don
Kişot’tu. Yön Yayınevi’nin dünya şairleri dizisini ve dünya klasiklerini satın aldı, babam.
Pablo Neruda, Federico Garcia Lorca, Ho Şi Minh gibi şairler konuk oldu dimağıma. Dostlar
meclisinde varlık dergisinden pasajlar okunurdu. Bu pasajlardaki yazarlar konuk olurdu
evimize. Ve sevgili şair Sinan Oruçoğlu. Sohbetlerini can kulağıyla dinler, canıma can
katardım. “Bir marazdan doğdum ben… Öperken boyunlarını kırıyoruz kadınların”
Arkadaş meclislerimizde sözü ben alır, Ho Şi Minh’in Kilometre Taşı şiiriyle seslenirdim
dostluklarıma, aşklarıma:
“Ne yüksek, ne de çok uzak,
Ne hükümdar, ne de kral,
Yalnızca küçük bir kilometre taşısın
Yolun kenarında duran.
Yoldan geçenlere
Gösterirsin doğru yönü
Kaybolmalarını önlersin.
Daha gitmeleri gereken yolun
Uzunluğunu söylersin onlara.
Görevin hiç de küçük değil
Seni anımsayacak insanlar.”
İnsanların, nesnelerin ve cihanın kalbine konuk oldum. Tıpkı onların kalbime konuk olduğu
gibi. Bir ceylan oldum, yataklarından sular içtim. Bir nehir oldum, yosun tutmuş dertler
taşıdım hep kuzeye bakan. Bir kırlangıç oldum, sözcükler taşıdım kıraathanelere. Okuyan
güzelleşsin ve güzelleştirsin diye…