İnsanlık durumunu derinlemesine incelemesi ve deneysel anlatım tekniklerini ustaca kullanmasıyla tanınan Amerikalı yazar William Faulkner (25 Eylül 1897 – 6 Temmuz 1962) Mississippi’de doğmuş ve çocukluğunu Güney geleneğinin derin etkisi altında geçirmiştir. Ailesi daha sonra Oxford’daki Lafayette kasabasına taşınınca hayatının büyük bir bölümünü burada sürdürmüştür. Romanlarında ve kısa öykülerinde Amerika’nın Güneyinin kendi küçük dünyasını yansıtan kurgusal “Yoknapatawpha County”, Lafayette County Mississippi’yi ve “Jefferson” adıyla andığı yer de ilçe merkezi Oxford’u simgeler. Faulkner, Yoknapatawpha County’den sıklıkla “benim uydurma ilçem” olarak bahsetmiştir.
1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazarı olan Faulkner çürüme, onur, hafıza, aile ve toplumun karmaşıklığı gibi temaları işleyen romanlar, kısa öyküler ve oyunlar yazmıştır. 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1955 yılında da Pulitzer Ödülü’nü alan Faulkner 20. yüzyıl edebiyatının en etkili isimlerinden biri olarak yerini sağlamlaştırmıştır.
Faulkner, geleneksel hikâye anlatma tekniklerinden uzaklaşarak parçalı anlatılara ve psikolojik derinliğe odaklanmasıyla karakterize edilen Modernist edebiyat akımının önemli bir figürüdür. Eserlerinde genellikle bilinç akışı tekniği, doğrusal olmayan olay örgüsü, uzun ve karmaşık anlatımlar ile insan deneyiminin kaotik, çok yönlü doğasını yansıtan çoklu bakış açıları yer alır.
1930’da yayımlanan Döşeğimde Ölürken, yazarın beşinci romanı olup kitaba Türkçe ismini Talât Sait Halman vermiştir. Murat Belge’nin çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından basılmıştır. Faulkner, olaylara kaleydoskopik bir bakış açısı sağlamak için birden fazla anlatıcı ve bilinç akışı tekniğini kullanır. Roman, Bundren Ailesinin üyeleri ve diğer karakterler de dahil olmak üzere, her biri hikâyeye kendi öznel bakışını sunan 15 anlatıcıdan bilinç akışı yönetimi kullanılarak iç monologlar şeklinde yazılmıştır. Kitap, uzunluk ve derinlik bakımından farklılık gösteren 59 kısa bölümden oluşur. Bu parçalı yapı, karakterlerin birbirinden kopuk düşünce ve duygularını yansıtmaktadır. Bunu yaparken de yoksul ve cahil taşra insanlarının aklından geçenleri üst düzey bir beceri ile aktarır. Her karakterin kendine has bir sesi vardır ve bu ses o kişiyle öyle bütünleşir ki sevincini, üzüntüsünü, sırlarını, bencilliğini, kendi iç dünyalarında yaşadıkları sırlarını ve bu sırların üstesinden gelebilmek için onları motive eden unsurları ustaca kulağınıza fısıldarlar. Sanki bir kitap okumuyor da size anlatılanları dinliyormuşsunuz gibi hissedersiniz.
Döşeğimde Ölürken, yoksul ve cahil bir çiftçi ailesi olan Bundren’ların aile reisi Addie Bundren’in ölümü ile Addie’nin tabuta konmuş bedenini, doğduğu ve gömülmek istediği yere; kırk mil uzaklıktaki memleketi Jefferson, Mississippi’ye götürmek için dul eşi Anse’nin beş çocuğunu da yanına alarak çıktığı tuhaf ve aile bireylerinin kendi çıkarlarına hizmet eden bir yolculuğu anlatmaktadır. Aslında Addie’nin ölümü, her birinin çözmesi gereken kişisel sorunları olan baba ve çocuklarının zihninde sanıldığı kadar fazlaca yer tutmaz. Her aile ferdinin bambaşka bir motivasyonu vardır. Her bir karakter kendi dünyasında, kendi bencil ihtiyaçları ve arzularıyla hareket ederek yolculuğa devam eder. Hikâyede felaketler, daha en baştan kendini gösterir ve yaşanan trajedi, acımasız ve neredeyse kara mizah taşıyan bir düzenle, baştan sona olayları etkiler. Yol boyunca, hem yangın hem de sel gibi afetler, fiziksel yaralanmalar ve kişiler arası çatışmalar da dahil olmak üzere çok sayıda zorlukla karşılaşılır. Anse’nin sağduyudan yoksunluğu, cimri tavırları, çocuklarına karşı acımasız davranışları ve inatçılığı, yolculuğun dokuz gün boyunca katırların çektiği bir arabada sürmesine neden olur. Tabutun üzerinde delikler açılmış, akıntılı bir nehre düşmüş ve giderek büyüyen bir akbaba sürüsü, arabadan yayılan kötü kokuyu takip etmeye başlamıştır. Üstelik ailenin en büyük oğlu Cash kırık bacağının daha da kötüye gitmesi sebebiyle yolculuğun bir kısmını annesinin tabutunun üstüne yatırılarak geçirir.
Ancak tüm bu yaşananlar sanki olağandışı ya da saçma bir durum söz konusu değilmiş gibi öyle olağan aktarılır ki zaman zaman acıya ve acının yaşanma biçimine güldüğünüzü fark edersiniz.
Eserde yedi ana karakter dikkat çekicidir.
Addie Bundren
Anse Bundren’in karısı ve Cash, Darl, Jewel, Dewey Dell ve Vardaman’ın annesidir. Addie çoğunlukla ortalıkta görünmeyen bir kahramandır ve onun ölümü romanın aksiyonunu tetikler. Ölümünden sonra ortaya çıkan bakış açısı, annelik ve aile sadakati de dahil olmak üzere geleneksel değerlere acı bir eleştiri getirmektedir. Addie’nin acı ve sevgisiz hayatı kocasını hor görmesine ve tüm sevgisini ailesinin geri kalanı ya da en sevdiği çocuğu Jewel’a vermesine neden olur.
Anse Bundren
Bencilliğin ve pasif manipülasyonun bir simgesi olarak öne çıkar. Kambur, tembel ve beceriksiz bir çiftçi olarak tasvir edilen Anse, roman boyunca yaşanan trajedilerin çoğunun dolaylı sebebidir. Kendi ihtiyaçlarını ön planda tutarak, ailesini sık sık tehlikeye ve zor duruma düşürür. Bu yönüyle, romanın en sevimsiz karakterlerinden biri olarak akılda kalır. Anse’nin karısı Addie’nin cenazesini Jefferson’a götürme konusundaki inatçılığı, ilk bakışta Addie’ye duyduğu saygıdan kaynaklanıyormuş gibi görünse de yolculuğun sonunda ısrarcılığının ardındaki gerçek motivasyon açığa çıkar: Anse, çürük dişlerini yaptırmak ve yeni bir eş bulmak için aslında bu yolculuğu kullanmıştır. Onun bencilliği, Bundren Ailesinin diğer üyelerinin fedakârlıkları ve acılarıyla keskin bir tezat oluşturur. Anse, Faulkner’ın eserinde yalnızca bir birey olarak değil, aynı zamanda ahlaki çöküş ve insan doğasının zayıflıkları üzerine bir yorum olarak işlev görür. Addie’nin ölümüne ve ailenin parçalanmasına rağmen kendi çıkarlarını ön planda tutması, Bundren Ailesinin trajedisinin merkezinde yer alır.
Cash Bundren
Sabrı ve fedakârlığı temsil eden bir marangozdur. En büyük oğul olarak, Bundren Ailesinin kaotik ve genellikle irrasyonel dinamikleri içinde sakin ve kararlı bir figürdür. Faulkner, Cash’i duygusal olarak tutuk ama inanılmaz derecede özverili ve istikrarlı bir karakter olarak sunar. Addie’nin tabutunu titizlikle inşa etmesi, adanmışlığını ve duygusal bağlılığını simgelemektedir. Üstelik kırık ve iltihaplı bacağından şikayet etmeyi aklına bile getirmez. Yarasının bir daha asla yürüyemeyecek kadar kötüleşmesine ve bacağını kaybetme tehlikesine dahi sesini çıkarmaz.
Darl Bundren
Doğduğundan beri annesi tarafından reddedilen Darl romanda en fazla iç monolog yapan kişidir. Aile yolculuk sırasında felaket üstüne felaket yaşarken, Darl’ın tüm bu süreçten duyduğu hayal kırıklığı, ölen annesinin tabutunu yakarak her şeyi kesin bir şekilde sona erdirmeye çalışmasına yol açar. Durugörü yeteneğine sahiptir. Ayrıca, Dewey Dell’in Lafe ile kaçamağını tahmin ettiğinde ya da Anse’nin Jewel’in gerçek babası olmadığını anladığında yaptığı gibi, çevresindeki insanların hayatlarıyla ilgili özel şeyleri de anlayabilmektedir. Romanın sonunda Darl’ın akıl hastanesine gönderilmesi, tabutu kundaklama eyleminden ziyade ailesinin onun sezgisel farkındalığıyla yüzleşmek yerine onu susturma çabasının bir göstergesi olarak da değerlendirilebilir.
Jewel Bundren
Addie ve papaz Whitfield’ın gayrimeşru çocuğudur. Jewel, ailesinin ve komşularının çoğunun bencillikle karıştırdığı gururlu, son derece bağımsız bir yapıya sahiptir. Tutkulu ve düşünceli doğası, annesine duyduğu gerçek sevgiyi ve bağlılığı ortaya çıkarır ve tabutunun şiddetli bir koruyucusu olur. Onun yoğun duyguları, kardeşlerinin soğukkanlılığıyla tezat oluşturmaktadır. Faulkner, Jewel’in bilincine yalnızca bir kez yer vererek onun duygularını bir gizem perdesi altında bırakır. Bu sınırlı anlatım, Jewel’i daha yoğun ve sıra dışı bir karakter olarak algılamamıza katkıda bulunur. Ailenin “tek normal üyesi” olarak görülmesi de ironiktir; çünkü Jewel, dışarıdan geleneksel aile dinamiklerinden en çok uzaklaşan figür olsa da, tutkusu ve kararlılığı onu insanî bir samimiyetle öne çıkarır.
Dewey Dell Bundren
On yedi yaşındadır ve yakın zamanda yaşadığı bir cinsel deneyim onu hamile bırakmıştır. Gittikçe çaresizleşen Dewey, zihnini sadece hamileliğiyle meşgul eder ve tüm erkeklere farklı derecelerde şüpheyle bakar. Dewey Dell’in iç çalkantıları, romanın kadın failliğini keşfetmesinin bir mikro kozmosudur. Çıkılan yolculuğun onda bulduğu karşılık evlilik dışı bebeğini aldırmak için eczane arayışına girmektir. Dewey Dell’in hamileliği, onun için hem bir kriz hem de kimliğini yeniden tanımlama sürecidir. Bir yandan annesinin ölümüyle birlikte ailenin yas sürecine katılmaya çalışırken, diğer yandan kendi sorunlarını çözme çabasıyla boğuşur. Ancak ataerkil toplumsal yapı, onun bu failliğini sınırlayan bir güç olarak sürekli karşısına çıkar. Örneğin, erkek karakterler tarafından kontrol edilmeye çalışılır; bu, Dewey Dell’in kendi bedenine ve geleceğine dair karar alma hakkının sürekli olarak sorgulandığını gösterir.
Vardaman Bundren
Bundren çocuklarının en küçüğüdür. Basit, çocuksu bakış açısıyla trajediyle mizahı harmanlayan bir unsur olarak öne çıkar. Yaşına uygun basit ve doğrudan bir algıya sahiptir ancak, bu basitlik çoğu zaman derin bir sembolizm içerir. Vardaman’ın “Benim annem bir balık” repliği, çocuk zihninin soyut kavramlarla somut gerçeklik arasındaki bağı kurma mücadelesini temsil eder. Annesinin ölümünü, onun hayatındaki somut varlığının sona ermesi olarak algılayamaz ve bu kaybı anlamlandırmak için balık metaforuna sığınır. Bu ifade, ölümle yaşam arasındaki geçişin çocuk gözünden nasıl algılandığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Diğer yandan romanda ölüm, görev, kimlik ve insan çabalarının saçmalığı gibi temaların irdelenmesi edebiyat eleştirmenlerinin farklı görüşlerini ortaya çıkarmıştır: Önde gelen eleştirmenlerden Harold Bloom, Faulkner’ı “Shakespeare vari genişliği ve yoğunluğu”, özellikle de Güney Gotik ahlakını yakalama becerisi nedeniyle övmüştür. Toni Morrison, Faulkner’ın Güney Amerika’nın kültürel dokusunu ortaya koyarken karmaşık, çok boyutlu karakterler yaratma becerisine hayran kalmıştır. Ralph Ellison ise Faulkner’ın ırk tasvirini eleştirmiş ve bu tasvirin çoğu zaman kalıplaşmış yargıları aşmak yerine onları sürdürdüğünü savunmuştur.
Ayrıca Faulkner’ın romanı altı – sekiz hafta gibi bir sürede yazdığı, teknikten ziyade ruhla ilgilendiği, gece yarısından sabahın dördüne kadar, gece bekçiliği yaptığı sırada masa olarak kullandığı bir el arabasının üstünde kaleme aldığı da alıntılanmaktadır.
Eser her şeyden önce bir yazar olarak dehasının kanıtıdır. Anlatı tekniklerini yenilikçi bir şekilde kullanması ve derin temaları keşfetmesi sayesinde roman, yaşamın ve kaybın son derece insani ve akıldan çıkmayan bir tasvirini sunar. Okuyucuları, gerçekliğin karmaşıklığını yansıtan çoklu bakış açıları ve parçalanmış gerçeklerle boğuşmaya zorlar. Karmaşıklığı içinde gezinmeye istekli olanlar için unutulmaz bir edebi deneyimdir. Faulkner’a romanı sorulduğunda, bir “tour de force” yazmak için yola çıktığını söylemiştir. Bu ifade, güç gösterisi anlamına gelse de, eserin yaratıcısının tüm maharetini ortaya koyduğunu hissettiren yapıtları tanımlamak için kullanılır. Ve sonuç olarak Faulkner, bu hedefinde başarılı olmuştur.