https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Kimsesiz, hayatının uzunca bir bölümünü bilinmedik, tanımsız topraklarda yerlilerle geçiren bir miçonun yaşadıklarını yine onun sesiyle anlatır. Anlatıcımız hiçlikten gelmiş bir kimsesizdir; geçmişi nerdeyse yoktur yine de onu, anılarının içine yerleştirmek hayli zorlar kalemini.

  1. Yüzyılda Hint Adaları’na doğru sefere çıkan bir İspanyol gemisinin yabancı topraklara ayak bastığı o gün, sadece geminin miçosu olan anlatıcımız hayatta kalır. Yerlilerin ona dokunmayışını açıklamaz Juan Jose Saer, bir muamma olarak okurun düş gücüne bırakır. (Bakış açınıza göre bu durum kör ya da iyi talih olarak değerlendirilebilir sevgili okur. Ben her zaman ki gibi ‘her olanda bir güzellik, iyilik saklıdır’ anlayışıyla okumayı tercih ettim. )

Roman, zaman ve mekân olarak iki ana bölüme ayrılır; ana kahramanın yabancı topraklara ayak basmasıyla tanıklık edilen o vahşi, ilkel dünya ve oradan ayrıldığında anlatıcının hafızasında artık koca bir yanılsama olan medeni dünya. Dolayısıyla aynı kahraman, farklı iki dünyada yolculuk ederken iki ayrı dönüşüm yaşar. (151 sayfalık kısa bir yapıtın, böyle farklı iki dönüşümü anlatırken, kurgunun geçtiği zaman içinde dünyanın bugünüyle derin bir bağlantı kurabilme yetkinliğini başarılı bulduğumu belirtmek isterim sevgili okur. Ayrıca çevirmen Gökhan Aksoy’un eser ve okurla kurduğu dilin, eşine pek az rastlanır bir başarı olduğunu göz önüne alarak tadını çıkara çıkara okumanızı tavsiye ederim.)

Bir hafıza romanıdır Kimsesiz; varoluşu, insanı, hakikati, dini, medeniyeti, toplumu, ahlakı iki farklı dünya bağlamında derinlemesine sorgulayan… Romanın birçok yerinde yazar tarafından bilinçli olarak karşı karşıya getirilen bu iki farklı dünya, genel geçer yargılarımızı rahatsız ediyor. Hayattan edindiğimiz çoğu şeyin kör, inatçı bir yanılsamadan başka bir şey olamayacağını hissettiriyor bize.

Yerlilerle geçirdiği ilk aylar, hatta belki de ilk üç yıllar, kendini gerçek dünyadan yabancılaştıran o yerden kurtaracak şeyi bekler durur anlatıcımız. Yıllar geçtikçe tüm umutları tükenir; geçen zamanın hakkından gelemeyen kahramanımızın anıları hızla zihninden silinmeye başlar. Anadilini bile artık unuttuğu böyle bir yaşamda hayal kurma yeteneğini dahi kolaylıkla yitirir, çok değil üç yıl sonra hatıraları geçmişinden silinince iyice kimsesizleşir; daha evvel başka hiçbir yerde hiç yaşamamıştır sanki. Yeniliğin olmadığı birbirinin tekrarı günler, şaşkınlık içermeyen bir yineleniş vaat eder. Kahramanımız, yabanıl topraklarda oradan oraya sürüklenen amaçsız bir bedendir ve bundan böyle hayatında hüküm süren tek duygu artık kayıtsızlıktır. (Peki medeni dünyanın saatlere bağımlı yaşayan insanı için nihai amaç nedir sevgili okur? Kendimiz için ‘ben bir insanım’ tanımını kullanabilir miyiz hâlâ?)

Yerlilerin dünyası, ayrım gözetilmeyen, plansız, akışla şekillenen, kaotik bir hayattır. Onların bilgi, donanım, teknolojiden uzak, vahşi hayatlarını tamamen doğa yönlendirir. Açlık, yağmur, hava şartları, su baskınları, hastalıklar ve ölüm insafsız bir şiddetle savurur yerlileri. Yazarın deyimiyle, “Bir salın üzerinde tutunmaya çalışan kazazedeler gibiler” dir. Yine de onları kuşatan bu amansız şartlar yerlilerin gözlerini korkutmaz.

Medeni dünyanın insanı gibi canı çektiği için kötülük yapan insanlar değildir yerliler. Savaşı kışkırtan ya da başlatan taraf asla kendileri olmaz. Savaşçı değil avcıdırlar, gereksinim için avlanırlar. Avlarına musallat olan komşu kabilelerin saldırılarına karşılık verirler yalnızca. Aksine yazarın anlatımıyla, savaşma güdüsünü bir nevi kusur, hastalık olarak görürler; akılsız varlıkların kötü bir alışkanlığıdır savaşmak. Ortada bir ihtiyaç yokken savaşmak büyük bir israf ve kargaşadır onlar için. Meskenleri, kurdukları yaşam düzeni yerliler için kendi canlarından kıymetlidir. Savaşın can alıcılığından ziyade onun neticesinde ortaya çıkan hasar, yerlileri daha çok üzmektedir. Ölüm, onlar için hiçbir anlam ifade etmez; kaygı ve ürküntü daha feci bir şeydir. Bir gerçeklik olan ölümden neden korkalım inancıyla tutunurlar yaşama. Onların bakış açısına göre hayat ve ölüm birbirine denk şeylerdir nitekim. Temel kaygıları yaşamak değil, kurdukları düzendir. Bu yüzden ölümün, çatışmanın, kasırganın, savaşın izi kalsın istemezler. Bu yıkıcı eylemlerin ardından bozulan düzenlerini hızla yeniden inşa ederler. (Dünyaya ne kadar hakim olsak da ölümle baş edemediğimiz gerçeğinden kaçamadığımızdan yerlilerden daha köle gibiyiz sevgili okur. Fetihler değil midir bizleri bölen, aramıza aşılmaz sınırlar çizen? Ah ki ah! Kendi fethettiğimiz toprakların kölesi olduk.)   

Var oluşları nerede şekilleniyorsa orası onların yuvası, dünyanın merkezidir; kendilerinin var olmadığı diğer tüm yerler dünyanın çevresinde yer olan biçimsiz, belirsiz toprak parçalarıdır adeta. Yerliler nereye giderse evleri orasıdır, meskenlerini içlerinde taşırlar sanki; varlıkları tüm dünyayı biçimlendirir gibi hareket ederler. Bu yüzden diğer tüm yabancı yaşam tarzları gülünç, saçma gelir onlara. (İlkel, yerli hatta vahşi diye addedilen insandan daha nasipsiziz; şeytana satacak bir ruhumuz dahi kaldığından emin değilim artık. Bir aslan bile bir manda sürüsüne saldırırken evvela erkek mandaya göz dikiyor. Var oluşun temel esasının yaşamın devamlılığı olduğunu vahşi doğa bile bu denli önceliğinde tutarken, insan ne vakit hakikatini unutur oldu sevgili okur?) 

Yıllar sonra yerlilerin yardımıyla medeni dünyaya gönderilen anlatıcımız,  yaşadığı dönüşümü şu sözlerle dile getirir : O yabancı topraklara düştüğümde yumuşak bir hamur gibiydim, oradan ayrıldığımdaysa kaskatı bir taş.

O bilinmeze ayak bastığı ilk gün nasıl bir ‘öteki’ olduysa kendi topraklarına döndüğünde de yine bir ‘öteki’ olmaktan kurtulamaz kahramanımız. Onu ‘öteki’ olmaktan kurtaracak din, dil eğitimi ve toplum yasaları bu taşı usul usul yontacak, kendine göre yeniden şekillendirecektir artık. Açgözlülüğün, çıkarların yönettiği medeniyet, büyük bir hezeyan içinde kahramanı iyice kimsesizleştirerek hiç’ ten daha az bir varlığa dönüştürecek ve hepimizin de kurbanı olduğu uygarlığa dahil edecektir.

(İnsanın, insan oluşuna bir lanet gibi okudum bu eseri, ruhuyla teması kalmayan insanlar yaratan medeniyet belasından tiksindim. Kökleri çok eskiye dayanan bu felsefi sorgulamayla Juan Jose Saer bizi başka türlü düşünmeye davet ediyor. Böyle bir eser dıştan değil ancak içsel derin bir rehberlikten gelir diye düşünüyorum. Sanıyorum kurgunun geçtiği o yabanıl mekân, anlatıcı kahramanımıza temas ederek onu nasıl dönüştürdüyse, beni de o denli dönüştürdü. Lacan bile bu durumda kimliğimi topluma arzu ettiğim şekilde yerleştiremeyecek. Zira insanlığımıza dair algımı belirleyen tüm dil ve kültür yıkıldı; bu yıkıntının ardından ‘ideal ben’ e ulaşamıyorum sanki.

Saygılarımla Sevgili Okur,

İmza : Hiçlikten gelen bir başka kimsesiz )