https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yazımda İskoç psikiyatrist Ronald David Laing’in 1960 yılında yazdığı ve 2022 yılında Albaraka Yayınları tarafından tekrar basılan, ‘Benlik ve Ötekiler’ adlı başyapıtını incelemek istiyorum. R.D. Laing antipsikiyatrinin öncüsü olarak anılıyor. Delilik ve uyum problemleri ile uğraşmış, yanlış değerler sistemine dayalı olarak inşa edilen modern dünyanın ortasında aklı başında kalabilmek için delirmenin normal bir tepki olduğuna dair görüşleri olan, gerçek deliliğin varlığını da reddetmeyen bir psikiyatr. Benliğin korunması, ilişkilerde ortak zemin sağlarken benliğin başına gelenler, öteki olmadan benlik inşasının mümkün olup olmayacağına dair bugün dahi önemini koruyan güncel konuları ele alıyor. Günümüzde öteki kavramının, benlik sorununun, kimliklerin derin bir biçimde tekrar ele alınması gerektiğini ve konunun farklı açılardan öne çıktığını düşünüyorum. Yeni yayınlanan kurgu dışı kitapları özenle ve yakından takip eden bir okuyucu olarak Albaraka Yayınları inceleme araştırma alanında yayınladığı kitaplarla, zengin içerikleriyle özellikle dikkatimi çekiyor.

Dâhil olduğumuz tüm ilişkilerde eş, anne, baba, arkadaş, iş arkadaşı fark etmeksizin kişisel ya da müşterek fantezilerin aldatmaca evrenine farklı ölçülerde uyum sağlamaya davet ediliriz. Kendimiz hakkında düşüncelerimiz, öteki hakkında düşüncelerimiz, ötekinin bizim hakkımızdaki düşünceleri, ötekinin kendi hakkındaki düşünceleri, fantezi benlikler, gerçek benlikler ilişkilere farklı ölçülerde katılan elementler gibi düşünülebilir. Öteki her zaman oradadır, hiç kimse öylece boşlukta ve tek başına eylemde bulunamaz, hayatı deneyimleyemez. Ötekiler varlığı ve etkileriyle özgürlüğümüzü; reddedilmekten, yalnız kalmaktan korktuğumuz ölçüde kısıtlayabilirler. Reddedilmek Demokles’in kılıcıdır ve reddedilenin üzerine iniverir. Kim olduğumuzu bize ötekilerin söylemesine izin verir, reddedilmekten korkarsak eninde sonunda bizden beklenilen davranışları benimseriz ve o doğrultuda davranırız. Hep olduğumuz söylenilen kişi olmayı öğreniriz. Ötekilerin hakkımızda yazdıkları öyküyü reddedilme pahasına kabul etmemek oldukça zordur. Diğer taraftan kimliğin inşa edilebilmesi ötekilerin varlığını belirli ölçüde zorunlu kılar.

Kitap 1960 yılında yazıldığı için günümüzde oluşan öteki çeşitliliğine ilişkin bazı güncel gelişmelere, ortaya çıkan yeni durumlara ve sorulara karşı yetersiz kalabiliyor. Örneğin anime karakteri ile evlenen, robotlarla arkadaş olan, yapay zekâyla oyun oynayan, ödev yapan, etkileşime giren kişiler için günümüzde öteki kavramı nasıl şekillenebilir? Sorunlu bir öteki tasavvuru mu, umduğu tatmini ötekinde bulamayan, doyumsuz, farklı olma kaygısı mı öteki kavramını bu denli esnetmiştir? İnsan/canlı olmayan ötekiler karşısında benliğimiz etki altında mıdır? Öteki kavramı genişlemekte görünüp aslında yok mu olmaya başlamıştır gibi yeni gelişmeler ışığında oluşan, şekillenen öteki konusu genişletilmeye ve değerlendirmeye muhtaçtır.

Aynı ilişkide birbirini tamamladığını düşünen bireyler açısından bile farklı işlevler üzerinden tatmin gerçekleşiyor. Statüler çoğunlukla eşit olmayıp birinin üstün diğerinin onu takip ettiği alt pozisyonlar oluyor. Örneğin ilişkide biri eleştirir diğeri önüne konanları olduğu gibi kabul eder ve değişmeye çalışırsa; eleştiren aynı zamanda onay makamı, onay alan tarafsa onaya muhtaç pozisyonunda konumlanır ve kendini beğendirme, onaylanma çabası bu döngüden sıkılıncaya ya da farkına varıncaya kadar devam eder. Bazı ilişkiler tamamen ortak aldatmaca zemini üzerinde yürür, sahte benliklerin karşılıklı benimsendiği aldatmacanın perçinlediği ilişki sürer gider. Sahte benlik algısını destekleyen, bu benliğe gerçek algısını veren bir öteki bulmak her zaman mümkündür. Sahici olmayan ilişkiler ve eylemler doyurucu olmayacağından bir yerde tıkanma ihtimali yüksektir. Kişinin kendini yaşatabilmesi, kendi benliğini yaşamasıyla gerçekleşir. Kişinin kendinde başka kimlikleri yaşatmaya çalışması, mış gibi davranması; sürdürmesi çok zor olan, bize ait olmayan kelimelerle yazı yazmaya eş değer bir deneyim biçimidir. Yabancı, uzak, bize ait olmayan kriterlerle, ölçü birimleriyle öykümüzün kalitesini, yaşamımızın ağırlığını, tadını ölçmeye çalışmak gibi. Bize ait olmayan böyle bir yaşamdan geriye ne bırakabiliriz? Gerçekten yaşamış sayılabilir miyiz? Kendi benliğim; sosyal hayattaki konumum, ilişkilerdeki yerim, ötekilerle aramda bir yere yerleşmek zorundadır. Nasıl olacağı tamamen belirsiz, tecrübelere, gözlemlere dayanan ve sistematik bir biçimde ilerlemeyen bu süreç, kişinin kendi benliğini zaman içinde deneyerek bulmasını, uygulamasını ve kendini inşa etmesini gerektiren yorucu ve zor bir deneyimdir.

Kitapta bahsedilen önemli konu başlıklarından biri de; kimliğimiz gerçek bir yalnızlık, izole olma hâlindeyken de yaşatılabilir mi? R.D. Laing ‘ötekinin olmadığı bir yerde kimlikten söz edilebilir mi’ sorusunu sormaktadır. ‘Kendi dünyasına yaşıyor’ dedikleri durum ne derece gerçek olabilir? Ötekinin dünyasında yer kaplamadan, kendi dünyasında yaşayabilir mi insan? Yutulmak, birleşmek, kaynaşmak, öteki tarafından zaman zaman yok edilmek ne derece kabul edilebilir olmalı? “Bir bireyin ‘kendi’ kimliği, başkaları-için-kimliğinden tamamen soyutlanamaz. Kendi-için-kimliği; ötekilerin ona yüklediği kimlik; onun ötekilere yüklediği kimlikler, ötekilerin ona atfettiğini düşündüğü kimlik ya da kimlikler; ötekilerin ne düşündüklerini düşündüğünü düşündüklerini düşündüğü…”[1] Kimlik tamamen soyutlanamaz olarak cevaplar Laing bu soruyu.

Sartre özümüzü inşa etmemiz gerektiğiniz söyler. İnsan yaşamı bir inşa sürecidir ona göre. Kim olmak, ne yapmak, nasıl yapmak istediğimiz sorularına aradığımız cevaplarla kendimizi şekillendirmeye çalışırız. Bizimle aynı ortamda ötekiler vardır ve kendi eylemleri, varoluşları bizimle ilişkileri, beklentileri, bizi algılayış biçimleri ile özgürlük alanınızı kısıtlarlar. Gizli Oturum adlı oyununda “Cehennem başkalarıdır” der Sartre. “Hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını, acı, ateş kızgın ızgara hepsi sizsiniz demek. Ne gülünç şey. Kızgın ızgaranın ne gereği var: cehennem başkalarıdır.” Örneğin kütüphanede tek başıma çalışıyorken masaya birinin gelmesi, eşyalarını yerleştirip çalışmaya başlaması, ötekinin varlığı tüm dengeleri benim açımdan değiştirir. Eşyalarıma ve kendime çeki düzen vermek zorunda kalırım. Kendi kendime sessiz gülüyorsam bile, artık gülmemeye çalışırım. Eğer çalışmak için geldiysem fakat çalışmıyorsam ötekinin beni gözlemleme ihtimaline karşı kendimi huzursuz hissedebilirim. Geldikten kısa bir süre sonra kalkarsa, bir nedenle benden rahatsız olduğunu düşünebilirim. Başkalarının varlığı, hakkımızda ne düşündüğü, bizim onlar hakkında ne düşündüğümüz tüm bu faktörler özgürlüğümüzü kısıtlayan unsurlardır.

Üzerinde yıllarca çalıştığımız, inşa ettiğimiz, bazı durumlarda içine kendimizi hapsettiğimiz, zaman zaman yabancılık çektiğimiz; bazen büyük, bazen dar, bazen mükemmel, bazen de kötü bulduğumuz benliğimiz yaşam öykümüzle birlikte şekillenirken harita çiziyor gibidir. Haritaya uyduğumuz, uymadığımız, nefret ettiğimiz, ara yollara saptığımız zamanlar olsa da benliğimiz yaşam öykümüzle paralellik gösterir. En başta kendimize anlattığımız öyküye inanırız. Çünkü öykülerimize inanma ihtiyacı aynı zamanda bizi diğerlerinden farklı olduğumuza inandıran güçtür. Bazen de ne kadar güçlü inanırsak, o kadar şiddetli bir biçimde öykümüze hapsolur öteki yaşamların ve öykülerin varlığına yabancılaşır ve uzaklaşırız. Oysa zaman değişebilme potansiyelini içerir. Zamanın başı belli olan, sonu belli olmayan küçük bir noktasında yaşadığımız için perdenin ardından bakar gibi yaşarız hayatı. Perde açıldığında ve tüm bilinmezlik ortadan kalktığında, o gün gelir. Zaman kalmamıştır; ne yaptım, neyi yapamadım, neyi yapmak isterdim gibi sorularla baş başa kalabiliriz. İnsan suçluluk duyuyorsa ve duyacaksa; kendi olmak, kendini inşa etmek yükümlülüğüyle suçluluk duymalıdır. Ötekinin gözünde ‘varsayılan kişi’ olamamaktan değil.

[1] Ronald David Laing, Albaraka Yayınevi, 2022, S.93