https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Her kuşun kanadında başka bir hikâye taşınır. Ve her hikâye, özgürlüğün başka bir adıdır. İnsan, yeryüzünün tutsağı; kuş ise göğün göçebesi… Fakat özgürlük dediğimiz şey yalnızca uçabilmek değil, dönmeyi bilmekle de ilgilidir. Tıpkı Homeros’un Odysseus’u gibi, nice fırtınalardan, savaşlardan, adalardan sonra yine de bir limana, bir toprağa dönebilme arzusudur özgürlük. Uçmak, dönmeyi göze almak demektir.

Antik Yunan’da kuşlar kehanetin habercileriydi. Apollon’un tapınaklarında kâhinler, gökyüzüne bakar, kuşların yönünü, hızını, suskunluğunu izlerdi. Çünkü bilirlerdi ki özgür olanın bilgisi vardır. Zincire vurulmuş bir yaratık, geleceği bilemez. Özgürlük yalnızca bir hak değil, aynı zamanda sezginin, ilhamın, yaratının da kapısını aralar. Kuşlar gökte süzülürken gören gözlere şunu fısıldar: “Sınırların ötesinde de bir hayat var.”

Edebiyatta ise kuşlar, hep bir isyanın, bir kopuşun, bazen de bir teslimiyetin sembolüdür. Baudelaire’in “Albatros”u mesela… Denizcilerin eğlencesi uğruna güvertede sakarlığa mahkûm edilen o koca kuş, yerdeyken zavallı ve acizdir; oysa gökyüzünde zarafetin ta kendisidir. Baudelaire bize özgürlüğün alanını hatırlatır burada: Her canlının kendi göğü vardır. Kimi toprağın özgürlüğünde yürür, kimi denizin serinliğinde yüzer, kimi ise ancak gökyüzünde var olur. Yanlış yere hapsedilen özgürlük, acınacak bir ağırlık olur omuzlarda.

Ve turnalar… Divan şiirinden halk türkülerine kadar turna, gurbetin ve özgürlüğün yan yana durduğu ince çizgidir. Turna sürüsü gökyüzünü yararken biliriz ki, bu özgürlük mecburidir. Gitmekten başka çare yoktur. İşte tam burada özgürlüğün acı tarafı belirir: Her özgürlük bir terk ediştir. Bir yuvadan, bir alışkanlıktan, bir sıcaklıktan vazgeçiş. Turnanın süzülüşü, ardında bırakılan toprakların ağırlığıyla bükülür. Ama yine de döner. Çünkü gerçek özgürlük, dönüşü bilendir.

Bir başka yerde, Edgar Allan Poe’nun kuzgunu iner gece yarısı kapımıza. “Asla bir daha” der durur. Özgürlükle ölümün kardeşliğini hatırlatır. Çünkü bazen özgürlük, sonsuz bir yalnızlıktır. Kanat açtığında geride kimse kalmaz. Uçarsın ama rüzgârın sesinden başka dostun yoktur. Poe’nun kuzgunu gibi, özgürlük bazen yasın gölgesinde kıpırdar. Uçmayı seçmenin bedeli, bazen geri dönememektir.

İnsan yine de göğe bakar. Çünkü bilir, özgürlük aşağıdan yukarı doğru bir duygudur. Hep bir yükseklik hissiyle gelir. O yüzden şiirler hep kuşların peşinden gider. Seferis der ki, “Uçmayı bilene gökyüzü her yerde.” Belki de özgürlük, göğün insanın içine sığabilmesidir. Kanatsız da olsa, bir bakışın, bir sözün, bir suskunluğun uçabildiği yerde insan biraz kuş olur.

Ve şimdi kuşları izlerken düşünmeliyiz: Özgürlük gerçekten uçmak mı, yoksa düşmeyi göze alabilmek mi? Bir gün gökyüzüne açıldığında geriye dönüp bakacak mısın, yoksa yalnızca rüzgârı mı dinleyeceksin?

Belki de özgürlük, hep yarım kalan bir şarkıdır. Kuşlar uçar, biz bakarız. Onlar döner, biz bekleriz. Ve bazen yalnızca beklemek bile bir özgürlük biçimi olabilir; çünkü beklemek, geleni olduğu gibi kabul edebilmektir.

Gökyüzü bütün bu sorularla dolu. Bir kuş geçerken, belki bunların hiçbirini düşünmezsin. Ama yine de bil ki, her uçuş bir hikâye fısıldar ve her hikâye biraz da senin özgürlüğündür.

Ama en çok da kuşlar mitlerde parlar özgürlüğün simgesi olarak. Ne zaman bir insan yeryüzünün ağırlığına dayanamaz hale gelse, hikâyeler ona kanat takar.

Bak mesela Daidalos ile İkarus’un hikâyesine… Bir labirentin içinden çıkabilmenin yolu ancak göğe bakmaktan geçer. Babası Daidalos, balmumu ve tüylerden kanatlar yapar onlara. Yeryüzünün duvarlarından kaçabilmek için insanın kuşa dönüşmesi gerekir. Fakat İkarus özgürlüğün sarhoşluğuna kapılır, güneşe fazla yaklaşır ve kanatları eriyerek denize düşer. Burada mit şunu fısıldar kulağımıza: Özgürlük yalnızca kaçmak değildir. Onun da bir sınırı, bir dengesi vardır. Göğe açılmak güzeldir ama özgürlük, aynı zamanda düşebileceğini bilerek uçmaktır.

Bir de antik mitlerin en güzel kuşlarından Simurg vardır. Zümrüdüanka olarak da anılır. Anlatılır ki, dünyanın en uzak dağında yaşar ve tüm kuşları bir gün yanına çağırır. Çünkü özgürlüğün bilgeliğini paylaşacaktır. Yola çıkan kuşların kimi susuzluktan, kimi yorgunluktan, kimi korkudan vazgeçer. Ancak çok azı Kaf Dağı’na varır. Ve orada anlarlar ki Simurg dedikleri, yol boyunca birbirlerine kattıkları, eksilen, değişen, dönüşen kendileridir. Bu yüzden özgürlük, bazen bir yol arkadaşlığıdır. Bazen düşene omuz vermektir. Bazen “birlikte” uçabilmenin sırrıdır.

Ve Leylekler… Eski Türk mitolojisinde kutsal sayılırlar. Göç yolları, yalnızca mevsimlerin değil, ruhların da haritasıdır onlarda. Ruhların dünyalar arasında geçişini sağladıkları söylenir. Çünkü özgürlük, yalnızca yaşarken değil, ölürken bile hareket edebilmek demektir. Leyleklerin yaz başında gelmesi, umutla; sonbaharda gitmesi, vedayla anılır. Onlar, dünyanın döngüsünü kanatlarında taşır. Özgürlük, zamanın akışını reddetmeden, onunla uyum içinde akabilmektir biraz da.

Ve Anka… Küllerinden doğan kuş. Kendi yanışını göze alanın özgürlüğüdür onunki. Ne zaman bir yıkım yaşansa, insanlar Anka’yı hatırlarlar. Çünkü özgürlük, yalnızca var olmak değil, yeniden var olabilmektir. Dünyanın seni küle çevirdiği anda bile küllerinden kanat yapabilmektir. Anka’nın uçuşu bir kaçış değildir, bir diriliştir. O yüzden en çok yananlar, en özgür uçanlardır derler.

Bir başka efsane de Karyalı kadınlarla ilgilidir. Antik çağda, ölen savaşçıların ruhlarını taşıyan kuşlar olduğuna inanırlardı. Ruhlar, bedenden kurtulup göğe yükseldiğinde onları kuşlar alır ve sonsuz göğe taşırdı. Demek ki özgürlük bazen sadece ruhun hafifliğindedir. Bedenin zincirlerinden sıyrılıp saf bir uçuşa kavuşmaktır. Kuşlar, toprağın altında kalmayı reddeden ruhların yol arkadaşlarıdır.

Ve elbette ki Zeus’un sevgilisi Leda, kuğu kılığına girerek ona yaklaşan tanrı… Kuş burada bir kandırmaca, bir başkalaşma biçimi olur. Çünkü özgürlük bazen kimlik değiştirerek hayatta kalabilmektir. Bir bedenden, bir kimlikten, bir sınırdan sıyrılıp başka bir forma geçebilme cesaretidir.

Tüm bu mitler bir şey söyler bize: İnsan özgürleşmek istediğinde, önce kuşa dönüşür. Çünkü kuş olmak, toprağın yasalarından kurtulmaktır. Uzaklaşabilmek, yükü hafifletebilmek, göğe bakabilmektir. Fakat mitler aynı zamanda uyarır da: Uçmanın bir bedeli vardır. Kanat kırılır, düşülür, kaybolunur. Ama yine de insanlar binlerce yıldır özgürlüğü anlatırken kuşlardan söz ederler. Çünkü başka nasıl anlatılabilir ki?

Belki de özgürlük, kendi mitini yaratabilmektir. Kendi kanadını kendi yolculuğunda bulmaktır. Ve kim bilir, belki bir gün biz de bir efsaneye dönüşürüz; anlatılan bir kuş oluruz bir başkasının hikâyesinde.

Ve belki de özgürlük, bir masalın son cümlesi gibi, hep havada asılı kalandır. Ne tam biter ne tam başlar; bir uçurumun kenarında, bir gökyüzünün eşiğinde bekler insanı. Kim bilir, belki de o yüzden kuşlara bakarız durmadan. Onlar bizim söyleyemediğimiz cümleleri, gidip dönemediğimiz yolları, başlayıp bitiremediğimiz hikâyeleri taşır kanatlarında.

Her uçuş, dünyadan eksilen bir ağırlıktır. Ve her dönüş, göğe bırakılmış bir sır.

Bir gün sen de bir kuş görürsün, tam başucundan geçen. Bakışın dalar gider ardından. O an anlarsın: Özgürlük bazen gitmekte değil, bakakalmakta gizlidir. Çünkü özgürlük dediğin, yalnızca uçabilmek değil, bir başkasının uçuşuna kalbini açabilmektir.

İşte tam o anda, gökyüzü biraz senin olur. Ve sen, biraz kuş.