
Tanrı bize cennette vaat ettiği şarabı
Niçin haram etsin bu dünyada, akla sığar mı?
Bir sarhoş arap, devesini vurmuş Hamza’nın
Peygamber de yasak etmiş arap’a şarabı
ÖMER HAYYAM
Hamza’nın tabutu; ölümü sıradanmış gibi gören isteksiz ama komşuluk gereği yapmak zorunda olan omuzlarda gidiyordu. Biz ise arkada, mezarlığa doğru giderken kar da hafiften atıştırıyordu. Kar ve mezar, karamsarlığımı derinleştiren ve yüreğimi burkan huzursuzluk oluşturmuştu. “Hamza da tam ölecek zamanı buldu” dedi arkadaş, “Toprak onu üşütmez umarım” diyerek ekledi. Ben de “Yalnız yaşadı, yalnız öldü. Toprağın soğukluğu ne yapar ki Hamza’ya” dedim. O esnada tabutun üzerine Cimcime kondu. Hamza’ya yalnız dediğim için bir an pişman olmuştum. Yuvasından nasıl çıkmışsa Hamza’yı son yolculuğuna uğurlamaya gelmişti. Etrafına boş bakıyor, bakışları yüreğimi dağlıyordu.
İşkenceyle oluşmuş yanık izli eli, kesikli yüzü, bükülmeyen parmaklarının arasına sıkıştırdığı Samsun 216 sigarasıyla, pejmürde bir hâlde omuzunda Cimcimesiyle karşılardı. Yapmış olduğu beş litrelik şarabı elimize tutuşturur, beş on dakika kafa dumanlı hayatın çilesinden ve de geçmişin onda bıraktığı izlerden konuşur, gönderirdi bizi. Bir gün yine arkadaşla şarap almaya gittik. Kapısına vardığımızda, kendisi de elinde ilaç poşetiyle karşımızdan geldi. “Gelin oturun “ dedi. Arkadaşla göz göze geldik, işimizin olup olmadığını anlamaya çalışan şaşkın bir bakışla. Avludan içeri girdiğimizde, iki odalı evine değil de damında kendine bir hayat kurduğu kulübesine çıkardı bizi. Kulübesinde teninin yalnızlığı sinmiş bir sedir, hüzünlerle yıpranmış iki sandalye, sandalyelerden alçakta, bir bacağının altına kâğıt sıkıştırılmış masa, geçimini sağlayan şarap malzemeleri, sıvası dökülmüş duvarda ODTÜ arması, ilaç kutularının olduğu duvara monte bir raf, tabandan tavana kadar dizilmiş üzeri ciltli kitaplar vardı. Cimcime, Hamza’nın omzundan inmiyor, gagasını yanağına götürüp öpüyor, kafasına çıkıp didikliyor, cıvıldamasıyla içindeki coşkusu vücudunda hayat buluyordu. Hamza bardaklara şarap koyarken, “Bende çay, kahve olmaz.” dedi. Dört bardağa şarap doldurmuştu. ” Abi bu bardak fazla oldu” dedim. Hafifçe gülümseyerek, “O yoldaşımın” dedi. Cimcime bardağının etrafında dönüyor, sevinci fıss fıss kanatlarında zuhur buluyordu. Dayanamadım “ Hamza abi! Cimcime seni ne kadar içten seviyor” dedim. “İnsanoğlunun esirgediği sevgiyi, şu küçücük yüreğiyle Cimcime verdi bana” dedi. Hamza konuşurken Cimcime’nin hayranlıkla omuzundan kafasını sarkıtıp bakışı, benim hayatımda gördüğüm sevginin en saf hâliydi. “Cimcime ile nasıl tanıştın abi?” dedi arkadaş. O da anlatmaya başladı.
“Gökyüzünden pat, pat kanatlarını endişe içinde çırpan iki güvercin, asmaya düştü. Esrik hâlimle şaşırmış öylece bakakalmıştım. Hemen arkalarından gelmekte olan atmaca birini kaptığı gibi götürdü. Asmaya baktım diğerini görememiştim. Dikkatlice baktığımda yaprakların arasında kanatlarını büzmüş, gagasını da tüylerine gömmüş titreyen bu güzelliğe rastladım. Avuçlarımın arasına alıp kulübeye getirdim. Su koydum önüne, ama içmedi hâlâ titriyordu. Titremesi, unutmaya çalıştıklarımı canlandırmıştı.” Birden geçmişine gitmiş, gözleri sislenmişti Hamza’nın. Cimcimenin korkusu sanki kesif kokunun, nemli duvarların organlarını çürütüp yaşamını bir hücrede bıraktığını hatırlatmıştı. “Zamanla alıştı bana. Onun da hayatı yarım kalmasın diye saldım kaç defa gökyüzüne, özgürlüğün kanatlarında, dedim. Her defasında döndü geri geldi. Kanatlarını alabildiğine açarak kalbimin üzerine kondu.” Cimcime kendisinden bahsedildiğini anlar bir bakış attı yoldaşına. Hamza çok duygulanmıştı, Cimcime Hamza’nın kafasına konarak kanatlarıyla yüzünü kapattı, ağlama dercesine.
Kapıya kadar uğurlamak için geldi. Vedalaşırken buğulanan sesiyle, “Sizden bir ricam var. Ben göçüp gidersem bu diyardan, mezarımı şarapla sulayın, yoldaşıma da sahip çıkın.” dedi. Duygu karışıklığına uğramış, arkadaşla bakakalmıştık birbirimize. Acısını bastıracak tedirgin sözcükleri kullanmadan sadece kafamızı hüzünlü sallamış, arkamızı dönüp gitmiştik.
Tabut açılmış mezarın yanına konmuştu. İki uçtan Hamza’nın cesedi kaldırılmış mezarın içinde bekleyen iki kişiye uzatılmıştı. Süzülerek mezarın içine girdi Cimcime. Hamza’nın cansız bedeni toprağa koyulduğunda Cimcime yoldaşının etrafında uçuşuyor, kış kışlara aldırmadan kefenine konuyordu. Beni de yoldaşımla gömün der gibiydi. Cimcime uzaklaştırıldı. Sırtımı dayadığım servi ağacının dalına kondu. Tahtalar konulduktan sonra, Hamza’nın üzerine toprak atılmaya başlandı. Omzuma soğuk bir kar tanesi değil de, Cimcime’nin sıcacık gözyaşı damladı.
Mezarın etrafında toplaşan ahali;
“Layığını buldu, o kadar içerse olacağı buydu”
“ Öleceği belliydi zaten, organları iflas etmişti ”
“ Kurtuldu, yaşaması ona ölümdü”
Sanki ölene görevlerini yapmaya değil de arkasından konuşmaya gelmiş gibilerdi.
Herkes dağılmış, arkadaşla baş başa kalmıştık. Cimcime’yi izliyorduk. Tedirgin açılmış kanatlarıyla, gagasıyla ve pençeleriyle toprağı eşelemeye başlamıştı. Hiç durmadan döne döne eşeliyordu. Arkadaş,
“Hadi gidelim”
“Cimcime’yi alıp da gidelim, baksana gitmek istemiyor”
Hava kararmaya başlamıştı. Mezarlığın kasvetli havası daha da derinleşiyordu. Arkadaş dayanamadı, Cimcime’nin arkasından yaklaştı tam alacakken uçuverdi. Sonra tekrar kondu mezara. Arkadaş defalarca yakalamak istemesine rağmen yakalayamadı. En sonunda pes ederek, “biz gidelim o yolunu bulur” dedi. Yürümeye başladığımızda başımı çevirip arkama baktım. Cimcime eşelemeye, yoldaşına ulaşmaya devam ediyordu, karın yağışına aldırmadan.
Mezar kapısına bıraktığımız arabaya binerken,
“ Hamza’nın vasiyetini unuttuk.”
“ Yarın sabah hallederiz, şimdi uğraşmayalım” dedi arkadaş.
Sabahın erken saatinde uyandım. İçim daralmış, yüreğime bir sancı saplanmıştı. Hamza’nın ölümü ve Cimcime’nin çaresizliği aklımdan çıkmıyordu. Balkona çıktım, derin nefes alarak havanın kokusunu içime çektim. Kar yağışı durmuş iki üç santimetre kar bırakıp yerini ayaza devretmişti. Arkadaşı aradım. Vasiyeti yerine getirelim, sonra da Cimcime’yi görmeye gidelim dedim.
Elimizde iki şişe şarap Hamza’nın yeni mabedini sulamaya gidiyorduk. Her adımımızda çıtırdayan kar sesleri, yaprakların donuk bakışı, hafif kara bulanmış taşlar zamanın dondurduğu havaya soğuk bir atmosfer bırakmıştı. Keskin ayaz her nefesimizde iz bırakıyordu sessizliğin ensesine. Hamza’nın mezarına geldiğimizde, sevginin canını yitirdiğine, yarım kalan hayatların silindiğine şahit olmuştuk. Karla örtülü mezarın baş tarafı çukurlaşmış, içinde, Cimcime kanatlarını alabildiğine açmış, özgürlüğünü Hamza’nın kalbine dondurmuştu.