
**SPOILER İÇERMEKTEDİR. **
Modern yaşamın hayhuyu çok yorduysa sizi, sadece kuşları, ağaçların hafif rüzgârdaki hışırtılarını ya da dalgaların yuvarladığı çakıl taşlarını duyabildiğiniz bir yerlerde olmayı özlediyseniz, hemen alın çayınızı ya da kahvenizi elinize ve Mükemmel Günler’i izleyin. Belki de sadece küçük anları fark ederek hayatın üstesinden nasıl gelebileceğinizi keşfeder, yorgun ruhunuzu yaşamın ahenkli salıncağında dinlendirmenin kendinizce bir yolunu bulabilirsiniz.
Alman Mimar Ludwig Mies Van Der Rohe’nin kendisinden daha ünlü olan sözünü duymuşsunuzdur: “Az çoktur.” Bahsedilen çokluğun ne olduğunu en mükemmel şekilde göstermekle kalmayıp, adeta yaşatıyor film. Art arda sıralanan ve birbirinin aynısı gibi görünen karelerin, yaşattıkları farklı duygularla nasıl da sürükleyip götürdüğünü, sıkıcı zannedilebilecek bir hayatın nasıl da alabildiğine zengin ve tatmin edici olabileceğini şaşırarak deneyimliyoruz, kahramanımız Hirayama’nın ‘an’larına eşlik ederken.
Evet, sanırım karakterleri en doğal hâlleriyle, kendi yaşam alanları içerisinde ve fazla bağırmadan, gösterişsiz bir özenle anlatmayı seven yönetmen Wim Wenders’ın bu film ile asıl yapmak istediği, insanın ve hayatın sandığımızdan çok daha basit olduğunu sessizce yüzümüze çarpmak. Hirayama’nın sadeliğinde bir yudum nefes çalıyor, soluksuz kalmış ruhlarımıza, klasik bir Wim Wenders şöleni yaşatırken. Wenders, bir röportajında şöyle diyor: “Eğer Hirayama az ile yetinebiliyorsa, biz de bu karakterin filmini yaparken çok fazla teknik kullanamazdık, bizim de az ile yetinebilmemiz lazımdı.” İşte bu bakış açısıyla çekilmiş, sade olanı en sade şekilde anlatan bir film “Mükemmel Günler”.
Film 76. Cannes Film Festivalinde Ekümenik Jüri Ödülünü aldı ve başrol oyuncusu Koji Yakusho’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü kazandırdı. Ayrıca 96. Akademi Ödüllerinde En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında aday gösterildi. Böylece, Japon bir film yapımcısı tarafından yönetilmeden Japonya adına aday gösterilen ilk film oldu.
Şimdi biraz Hirayama’nın dünyasına bakalım. Kahramanımız işini titizlikle yapan, az konuşan, kararında yiyen, her gün kitabını okuyan, gece saat onda yatıp alarm kurmadan gün doğumunda kalkan, hayatın her anını adeta içine çekerek yaşayan bir karakter. İşi, Tokyo’da umumi tuvaletleri temizlemek. Alabildiğine detaycı. Ortaya çıkardığı işten zevk alıyor, bir an bile hâlinden şikâyet etmiyor. Onun hiç değişmeyen günlük rutinlerini sorguladığımız oluyor elbette. Bir aksiyon, bir dönüm noktası, belki de her şeyin tersine döndüğü ya da hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlayacağımız bir an bekliyor kaos bağımlısı zihinlerimiz. Oysa Hirayama’nın umrunda bile değil bizim beklentilerimiz. Çünkü o, tam da göründüğü gibi birisi. Her gün aynı saatte kalkıp, aynı işleri yaparak günü bitirmeye, bunları yaparken de yaşadığı her andan haz almaya devam ediyor. Bir yerden sonra biz de merak etmeye, daha dikkatli bakmaya başlıyoruz olan bitene. Öyle ya, insanın her gün aynı işleri, hem de birçok kişinin aşağı gördüğü işleri yaparak mutlu olabilmesi için ya deli olması ya da hayattan hiçbir beklentisi olmayan basit bir insan olması gerekir! Ama hayır, sefertası görünümündeki minik, sade evinin yarısını dolduran kitapları, altmışların, yetmişlerin ruhunu yansıtan müzik kasetleri ve çektiği fotoğraflarla, gerçek bir entelektüel Hirayama. Elinde, Wim Wenders’ın gözdesi William Faulkner’ın kitabı. “Everything Will Be Fine” filmindeki, William Faulkner okurken dalıp gittiği için, iki küçük çocuğunu eve almayı ihmal edip, karanlıkta kaza geçirmelerine neden olan anneyi hatırlar mısınız? Faulkner, Wenders için, karakterin derinliğini ve farklılığını anlatmanın en zahmetsiz yolu şüphesiz. Okumaya çalışanlar bilir, kolay değildir Faulkner okumak. Dikkat ister, iç görü ister, farkındalık ister. İşte böyle bir adam bizim Hirayama. Çatır çatır okuyor Faulkner’ı, hem de elinden bırakamamacasına. Ya müzik zevki? “The House of The Rising Sun”ı dinlerken aldığı keyif? Eski arabası, sadece konuşmaya yarayan telefonu, müzik kasetleriyle, bir zaman kapsülü içinde yaşıyor adeta; hızıyla baş döndüren bir çağda, büyük bir şehirde, dimdik ayakta duruyor. Koşullar ve etrafındaki kişiler değişse de hayattan aldığı zevk değişmiyor. Hiçbir şey onu sarsamıyor, yıkamıyor. Tıpkı her karede farklı renkleriyle karşımıza çıkan Skytree gibi, zaman zaman ruh hâli değişse de sapasağlam durmaya, etrafına ışık saçmaya devam ediyor.
İşte Hirayama’nın dünyasına sızdık bile farkında olmadan. Zaten onun kapısı herkese açık. Yıllardır görmediği yeğeni Niko çat kapı geldiğinde bile sanki daha dün oradaymışçasına içeri alıp misafir etmesi, onunla gününün her anını sakınmadan paylaşması, hayatı nasıl yaşadığını anlamamıza yetiyor. Kahramanımız hiç de sıkıcı bir hayat yaşamıyor. Yavaş yavaş fark ediyoruz ki birbirinin aynısı gibi görünen günlerin her biri farklı sürprizler barındırıyor içinde. Her gün farklı bir müzikle, farklı duygularla karşılıyor yeni günü. Hayattan özel bir beklentisi yok, hayatın kendisi önemli onun için. Bir gün parkta kaybolan bir çocukla bağ kuruyor, başka bir gün yardımcısı Takashi’nin kız arkadaşı Aya’nın hayatına dokunuyor farkında olmadan. Bir başka gün, tuvaleti temizlerken duvarın içine sıkıştırılmış bir oyun kâğıdı buluyor, oyun oynamaya başlıyor hiç görmediği bir yabancı ile. Bir akşam, her zaman gittiği barın sahibesi şarkı söylerken gözlerini kapayarak, ruhuyla eşlik ediyor kadının yumuşak sesine. Yardımcısı aniden işi bırakınca strese giriyor, o gün akşama kadar dur durak bilmeden çalışıp bitkin düşüyor. O gün biraz gergin görüyoruz Hirayama’yı, gerektiğinde sesini çıkarmayı da biliyor. Ertesi gün başka bir yardımcı geliyor ve hooop, yeniden alıştığı sakin rutine dönüyor.
Ne olursa olsun, hayat ne sürpriz getirirse getirsin pes etmiyor Hirayama. Cebindeki son parayı yardımcısına verdiği gün arabasının benzini bitince Lou Reed kasedini satmak zorunda kalsa da pes etmiyor. Yıllardır görüşmediği kız kardeşi bir gün ansızın lüks arabasıyla karşısına çıkıp acıyarak yüzüne baktığında da ailesiyle kopan bağlarının ardından göz yaşı dökerken de pes etmiyor. Her sabah çiçeklerini sulamaya, havayı koklayarak evden çıkmaya, kahvesini içip, müziğini dinleyerek işe gitmeye, kimsenin fark etmediği insanları görmeye, işini aynı özen ve ciddiyetle yapmaya, her gün altında yemek yediği ağacın fotoğrafını Olympus makinesiyle çekmeye, her bir dalı, kuşu, yaprağı, esintiyi fark etmeye, bazen bir ağacın dibinde biten taze bir filizi, yanında taşıdığı kesekağıdına toprağıyla birlikte koyup eve götürmeye ve büyütmeye, her gün hamama gidip banyo yapmaya, her akşam küçük yer yatağına uzanıp kitabını okumaya, tatil günlerinde çamaşırlarını yıkayıp evini temizlemeye, bisikletiyle gezmeye, fotoğraflarını yaptırıp düzenlemeye devam ediyor. Rüyaları bile günübirlik Hirayama’nın. Hiçbir şeyi biriktirmiyor. Geçmişten getirdiği tek şey kasetleri belki de. Bir de anıları. Ara sıra hatırladığında acı veren, ama şimdi olduğu kişinin onlar sayesinde var olduğunu bildiği anıları…Her şeyin anda yaşandığını, geçmişin ya da geleceğin bir önemi olmadığını biliyor. Acısıyla da sevinciyle de dost. Geleni sessizce kabul ediyor. Yapması gerekeni yaptıktan sonra geçip gitmeyi, sonra da arkasına dönüp bakmamayı başarabiliyor.
Niko : “Annem seninle bizim farklı dünyalarda yaşadığımızı söyledi”
Hirayama : “Dünya farklı dünyalardan oluşur. Bazıları bağlantılıdır, bazıları değildir. Bir sonraki sonra, şimdi şimdidir.”
İşini severek yapmasına rağmen, kafasını işe gömüp hayattan kopuk yaşayan insanlardan da değil Hirayama. Hiçbir an, hiçbir ayrıntı kaçmıyor gözünden. Bir çocuk, bir rahip, genç bir kadın ya da bir meczup… Hepsi aynı derecede önemli onun için. O, içinde asla kötülük barındırmayan, yaşadığı her anı kutlayan bir ruh. Yıllardır görüşmediği kız kardeşi kapısına geldiğinde sıkı sıkı sarılıp kucaklıyor, geçmişte yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen. Oysa görüşmek, kaldığı yerden ilişkiye devam etmek değil istediği. Belli ki yolları çoktan ayrılmış. Gün sonunda işlerini bitirip giderken yüzüne yansıyan iç huzurunu görmemek mümkün mü? Elinden geleni yapmış olmanın, aynı zamanda hiçbir anı kaçırmamış olmanın huzuru bu.
Sahi biz nasıl başarıyoruz hem işlerimizi yarım yamalak yapıp hem de hayatı kaçırmayı? Kafamızı bu kadar meşgul eden ne?
Peki hiç mi mutsuz olmuyor Hirayama? Olmaz mı? İçten içe tutkun olduğu bar sahibesinin yanında bir erkek gördüğünde kaçarak uzaklaşıyor oradan. Marketten bira ile sigara alıp, efkâr dağıtmak için nehir kıyısında alıyor soluğu. Uzun zaman sonra ilk defa tüttürdüğü sigarasının markası “Peace”. Kız kardeşiyle hasretle kucaklaştıktan sonra tekrar yolları ayrılırken de ağlıyor adamımız. Hem özlemle hem de ayrılığın kaçınılmaz olduğunu bilmenin acısıyla yüklü göz yaşları süzülüyor yanaklarından. Yardımcısı Takashi’nin işi bıraktığı gün nasıl da gergin, nasıl da mutsuz! Herkesi yakalayan mutsuzluklar onu da yakalıyor zaman zaman, hayat kimseye torpil geçmiyor.
Ya mutluluktan coşmak? Hiç coşmuyor mu, hep mutedil mi hayatındaki dalgalar? Elbette coşuyor. Çünkü o bir insan. Yapmacıksız, abartısız, olduğu gibi…Yalnızca mutluluk anlayışı farklı. Yardımcısı Takashi’nin kız arkadaşı Aya’ya kasetlerini dinlemesi için izin verdiğinde kızın yanağına kondurduğu teşekkür öpücüğü, yeğeni Niko ile geçirdiği anlar, bar sahibesinin sevgilisi zannettiği adamın aslında eski kocası olduğunu öğrenmek yetiyor da artıyor, mutluluktan coşmasına. Adam yanına gelip hikâyesini anlattığında ise içindeki küçük çocuğu salıveriyor sahneye. İki kocaman adam, sokak lambasının ışığı altında gölgelerine basmaya çalışırken ortaya çıkan saf neşe nasıl da sarıyor izleyeni! Jung’a küçük bir gönderme belki de keşke hepimiz böyle oynayabilsek gölgelerimizle!
Nina Simone’un “Feeling Good” şarkısı ile veda ediyoruz Hirayama’ya. Ne veda ama! Adamımız bir an gülerken bir sonraki anda gözleri doluyor. Yüzü bir an düşüp sonra yeniden metanetle kalkıyor ayağa. İçindeki hüzün ve neşe dans ederek, sarmaş dolaş olup çıkıyorlar dışarı. Kendini bir bıraksa yıkılacak belki de ama o her yeni anda yeniden doğmayı seçiyor.
Ve film bitiyor. Ve hayat devam ediyor hepimiz için. Ama eskisi gibi değil hiçbir şey. Daha basit, daha sade ve daha mutlu…Yapamasak da artık biliyoruz böyle bir yaşamın mümkün olabileceğini. Olamaz mı? Neden olmasın?
- TÜRÜ : DRAM
- YAPIM YILI :2023
- SENARİST :WIM WENDERS, TAKAYUKI TAKUMA
- YÖNETMEN :WIM WENDERS
- OYUNCULAR : KOJI YAKUSHO, REINA UEDA, TOKIO EMOTO, ARISA NAKANO
- IMDB PUANI :7,9