Ayça Işıldar
YABAN
Haşa huzurdan Sevimli bir köy olan Edişe’de yılın son hasat günüydü. O uğursuz Neşeli sesleriyle kökünden kesilince zeytin ağaçlarının dalları arasında türkü söyleyip bereketi kutlarken, bir de utanmadan beraberce ellerinde ne var ne yoksa yemeklerini paylaşıyorlardı. Derken nihayet huzuru Gülşah’ın korku dolu sesi bozdu. Koşarak köylülerin yanına geldi. “Anaaaa kümeste Pakize’yle Meryem yok, biri kaçırmış, kümesin kilidini de kırmış!” Sevgilerinden kesemedikleri tavuklarına çok da matahmış gibi isim vermişlerdi. Birbirlerinin malına mülküne dokuz karındır yan gözle bile bakmayan köylüler şaşkınlıktan çıkıp panik duygusuna girmek için epey çaba harcadılar. Zira bu yeni bir şeydi ve yeni şeyler her zaman güzel değildi. Ne yapacaklarını bilmediklerinden kimi sağa kimi sola kaçıştı. Sonunda köy kahvesinin önünde tekrar bir araya gelip en sakin ve akıllı kişi olan Baba İdrisin evine gittiler. İdris sakalını sıvazladı. Tespihini çıt çıtladı bir daha sakalını sıvazladı. Ve; “Tehlikeli değildir zannımca. Ama olsa bil, olacak olan olur. Önüne geçemeyiz. Tekamül etmeli. Fakat yine de tetikte olalım. Dua edelim “dedi. Bu herkese çok mantıklı geldi. Gençlerden biri “nöbet tutalım mı?“diyince, Baba İdris ; “Gerek yok evlat.” diyerek noktayı koyup, ahaliyi teskin etti. Birisinin yapılacak şeyleri söylemesi her dilde iyidir. İyi ki İdris babaları vardı yoksa en ufak bir soru işaretinde üzülür, hayatın zorluklarına, dışarıdan köylerine girebilecek her türlü musibet için endişe duyarlardı. Oysa İdris Baba ülkeyi gezmiş hatta çalışmaya dış ülkelere gitmiş görmüş geçirmiş bilge babacan bir adamdı. Belki de kifayetsiz muhteristi kim bilebilir.
Bir hafta sonra beriyankilerin Celil koşarak kahveye geldi. Oysa koşmasa da olurdu. Evi kahveden hemen sonraydı. Panik işte… “Oltam yok! Oltamı çalmış biri!” deyip üstüne bir panik kahvesi söyledi. Bol köpüklü panik kahvesini içerken, atmışa merdiven dayadım kahvesini içen İdris baba, gökyüzüne uzun uzun baktı ve…”Bugün hava yağışlı” dedi. Onun bu cümlesini şifre sanıp kendini yere atan da aklını yitirdiğini düşünen de oldu. Tüm bunları düşünüp yapmaları mantıklıydı. Ama İdris baba bu söylediğini gizemli hırsıza bağlayarak kahveden büyük alkış aldı. “Hava yağarsa, hırsız köy civarında kapalı bir yere saklanacaktır. Ondan önce gider de taşlı sapanlı pusu kurarsak hesap sorarız hırsızdan”
Pusunun taşlı sopalı olması silahı, tüfeği bilmediklerinden değil sevmediklerindendi. Aralarında bir anlaşma yapmış yıllar önce ellerinde barutlu ne varsa köyün ortak hangarına kaldırmış sandıklara dualarla kilitlemişlerdi. Dua etmeyi severlerdi. Ki dua etmeye ihtiyaçları da yoktu, gül gibi yaşar dururlardı. Ya da dua ettikleri için gül gibi yaşarlardı. Zaten bir Paradoksları eksikti… Hırsızın köy dışından olduğuna emindiler. Göz göze bakan insanlar hıyanet etmezdi onlara göre. Sadece mal mülk değil canları evlatları da emanetti birbirlerine.
Ürkek ürkek çalılara, ağaç kovuklarına, kaya aralarına baktılar. Sapanları gerili parmaklarının ucunda yabanı arıyorlardı. Avcılıktan iz sürmeden hiç anlamadıklarından bu maceradan elleri boş köye geri döndüler. Döndüler de… Pek de hoş dönmediler… Çünkü aradıkları yaban, köyün meydanındaki kahvede kahveciye çifteyi doğrultmuş onları bekliyordu.
Baba İdris sakin ve kalender bir sesle;
-Ne yapıyorsun evladım ne yaptı bu kahveci sana? Görmez misin ne de korkmuş. Bırak gitsin garibi…
Yaban tek tek süzdü hepsini. Boğazını temizledi, ciddi ama fazla tehditkar olmayan bir sesle
‘’O benim canımın garantisi bırakır mıyım hiç? Günlerdir beni yakalamak için plan kurduğunuzu bilmiyorum mu sandınız. Ama sizden önce davrandım. Ben anlamam, şartlarım var. Kabul edin bırakayım kahveciyi.’’
‘’Ne dersen yaparız adamın canını bağışla.’’
Yaban daha şartlarını bile söylemeden ne derse kabul edeceğini hiç düşünmemişti. Belli ki cana kıymet verilen yerlerden gelmiyordu.-Bu da tahmin şansını azaltıyordu.-
‘’Peki öyleyse köyün en ucundaki ev benimdir. Bana yıllık erzağınızdan vereceksiniz. Kimse evime gelmeyecek. Her şeyi kapıya bırakacaksınız. Sizi uyarıyorum ben hapisten kaçtım. Dört adam vurdum gözlerinin yaşına bakmadan… Biri beni ihbar ederse önünde sonunda kimin yaptığını bulur, ailesiyle birlikte gömerim acımam. Bana dokunmazsanız size bir zararım olmaz. Anlaştık mı?’’
Yüzlerinin anlamsız şeklini gören, epey eğlenirdi. Korku, şaşkınlık ve iğrenti dolaştı durdu dakikalarca suratlarında. İnsan canına dört kere, kast etmiş bu azılı caniyi beslemek içlerine hiç sinmese de kavgasız gürültüsüz yaşayıp gittikleri köyde bir kişinin bile kılına zarar gelsin istemiyorlardı. İçlerinde hanelere ayrılsalar da herkes akraba, dost, kardeş… Herkes büyük bir aileydi aslında. Gereksiz bir bağlılık abartılan bir sahiplenme…
Yaban ne dediyse oldu. Akbolların hanesi şahsına teslim edildi. Her ay düzenli erzağı eti sütü kapısına bırakıldı. Kimse gitmedi eve, kimse konuşmadı. Yaban da bulaşmadı köylüye söz verdiği gibi aylarca. Köylüler akılları sıra her erzak götürüşlerin de sepetin altına zeytindalları koyuyor kendilerinde barış sevgi ve kardeşlik aşılıyorlardı Yabana. Kendi rivayetlerine göre Zeytin yetişen yerde kan dökülmez sevgi, dostluk her daim olurdu… Ancak bu sadece kendi aralarında dolaşan bir rivayet olduğundan, yabanın da bunu anlaması beklenemezdi ya… Saf olduklarından iyiye heves edip dururlardı. Yazık…
Derken tam bir yıl sonra yeni hasat zamanı ağaçlar mahsulü kesti. Çamurlu nehrin suyu azaldı. Göçmen kuşlar bile uğramadı köye. Bet bereket gitti. Baba İdris’in kapısını çaldılar.“İdris baba bir müşkülümüz var dinle bizi.” İdris, gözlüklerin üstünden bu endişeli kalabalığı görünce zaten bir süredir onunda fark ettiği durumu konuşmaya geldiklerini anladı. Lafı uzatmaya gerek yoktu. “Biliyorum dostlarım, gelin oturun. Var kafamda bir düşünce…” Çok lazımmış gibi her dakika düşünür, okur, yazar, çizerdi Baba İdris…“Bugün köyümüze yabanın gelişinin tam birinci yılı. Her şey bana onu gösteriyor ki kuraklık yabanın varlığından kaynaklı. Bir yolunu bulup onu köyden göndermeliyiz…” Yaban lafını duyunca ürken köylüyü teskin etmek yine İdris’in işiydi; “ Durun, onu da hesapladım, kimsenin canı yanmayacak. Erzakların içine dudu kadın şerbeti dökeceksiniz. Bu onu uyutacak. Gece beraberce evine girip taşıyacağız, bir sala koyacağız sal onu gece boyu bizden uzağa sürükler durur …” Eksiksiz plan karşısında İdris’e olan saygıları bin kat daha arttı. Onu veren Allah’a şükrettiler. İdris’i anası o köy için doğmuş olmalıydı…. Yok artık daha neler…
Plan tıkır tıkır işliyordu. Çok da ağır olmayan yabanı, karanlıkta meşaleler eşliğinde taşıyıp nehir kenarındaki sala yerleştiriyorlar-dı ki… Dengeyi sağlayamayıp Yabanı suya düşürdüler. Ne olduğunu anlamadan çırpınan Yaban şaşkınlıkla etrafına bakındı.”Ne oluyor yahu. Ne işimiz var burada!” Yaban bağırıp çağırıp söylenirken Baba İdris’de dahil herkes büyük şaşkınlıkla yabana bakıyordu. Vay vay vaaaayy bakın siz şu yabana… Yabanın kafasındaki peruk düşmüş altın sarısı saçları beline kadar saçılmıştı. Üstündeki kıyafetler ıslandığı için vücuduna yapışmış iri göğüslerini ortaya çıkardı. Yüzündeki kir pas suyla silinip melek yüzünü açınca köylünün aklı yine başka alemlere gitti geldi. Yaban, adamların suratındaki şaşkınlıktan kimliğinin ifşa olduğunu anladı. Karanlıkta meşalelerin loşluğunda yukarılardan çoook yukarılardan yardım isteyerek baktı gökyüzüne… Artık anlatması lazımdı olup biteni. Kadınlığın lanetini, sırf kadın olduğu için saçları sarı göğüsleri iri diye eteğine dolanan kirli salyaları. İnsan öldüren bir cani gibi davranıp kurtardığı huzurunu…
Konuşamayan tövbe estağfurullah, bu güzel peri kızına tutulup bakakalan köylülerin sessizliğini yine baba İdris bozdu;
-Be ey güzel kız. Ne diye pis bir yabanın kılığına girdin de bizden gerçekleri esirgedin? Deseydin de yaşardın köyümüzde, aç doyurmak sevaptır, git demezdik sana. Biz de seni cana kıymış cani bellediğimizden köyden göndermeye karar vermiştik. Canın yanmasın diye de suyla salacaktık…
-Kimsenin canına kıymadım ben. Korkun istedim benden. Korkarsanız rahat veririsiniz diye.
Yaban sandıklarının cana kıymayan güzel yüzlü bir melek olduğunu anlayınca, o anda pek çok erkeğin içine bir aşk düştü Yaban kıza karşı. Hatta ilerideki günlerde bu aşk yüzünden o yankilerin Celil ile buyankilerin Yusuf birbirlerine tokat atacak ve köyün tarihinde ilk kez “kardeş yanağına tokat atılması” vak’a sı yaşanacaktı. Tam bu sırada gecenin ortasında yapraklara şıp şıp taneler düşmeye başladı. Nihayet yağmurun dilinin çözüldüğünü anlayınca köylü sevinçten bayram etti. Sabaha karşı yağmurda duyulan toprak kokusuna doyup evlerine dağıldıklarında kulaklarında en son Baba İdris’in yağmurun yağmasıyla ilgili söyledikleri kaldı;”Melaneti köyden kovmak kadar, mağdura el uzatmak da bereket getirir.”
Oysa hiç alakası yoktu yağmurun bu münferit olayla. Nimbüs bulutları, yağış için gereken rüzgarlar güçsüz kaldığından biraz gecikmişti hepsi o…