Felsefe tarihi, her zaman erkek filozoflar tarihi olmuştur; ve bu, şu algıyı oluşturmuştur: Felsefeyle yalnızca erkekler ilgilenir. Ancak şöyle bir gerçek vardır ki, Antik Çağ’dan günümüze kadar felsefe, müzik, sanat ve edebiyat gibi birçok alanda kadınların rolü de oldukça büyüktür. Burada ise sadece felsefeye damgasını vurmuş kadın düşünür ve kadın filozoflar’ı ele alacağız.
Antik Çağ’dan günümüze kadar birçok kadın düşünür ve filozof vardır. Ama ne yazık ki, hem erkek meslektaşları hem toplum, devlet ve engizisyon tarafından baskıya ve daha çok aşağılanmaya maruz kalmışlardır. Mesela Fransa’da Marguerite Porete adlı bir kadın filozof vardır ve 1320 yılında din sapkınlığı gerekçesiyle yakılarak idam edilmiştir; ama biz genelde Hallâc-ı Mansur ve Bruno‘yu hatırlarız. Birçok kadın filozofun eserleri kasten yok edilmiş yahut üzerinde oynanmıştır. Bu sebeple kısmen Antik Çağ’daki bilgilerimiz yalnızca başkalarının raporlarına, alıntılarına ve eserlerine bağlıdır.
Kadın FilozoflarÖncelikle şuna dikkat çekmek istiyorum: Erkek filozofların kadınlar hakkında söyledikleri çeşitli sözler ve argümanlar bulunmaktadır. Bunları belirtmemiz gerekiyor, çünkü bu sayede kadınlar üzerindeki baskının ne kadar yoğun olduğunu kadınların kendi meslektaşlarından öğrenebiliriz.
İlk dikkat çekici filozof tabii ki Platon’dur. Şölen diyaloğunda şöyle diyor: “Bir erkekten kesilme erkeklere gelince onlar da erkek yarılarını ararlar; ve çocukken erkek asıllarının parçaları olarak, erkekleri severler, onlarla düşünüp kalkmaktan kucaklaşmaktan hoşlanırlar. Çocuk ve delikanlılar arasında en iyileri bunlardır, çünkü yaratılışlarında erkeklik en çok onlardadır.”
Schopenhauer, Aşkın Metafiziği adlı eserinde şöyle diyor: “Çoğu zaman fevkalade akıllı ve üstün niteliklere sahip kimselerin şirret ve iblis kadınlarla evlendiklerini görür ve böyle bir seçimde bulunmanın onlar için nasıl olup da mümkün olduğunu anlayamayız.”
Nietzsche ise Deccal adlı kitabında şöyle diyor: “Aramızda kalsın onlar erkek bile değildir; İslam Hristiyanlığı hor görüyorsa bunda binlerce kez haklıdır. Çünkü Müslümanlıkta İslam’ın ön koşulu erkeklerdir.”
İslam tarihinden ise iki filozoftan örnek vereceğim. İlki İbn Arrak‘tan. Şöyle diyor: “Kadınlara danışmayın, muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira kadınlara muhalefet berekettir.” Son olarak ise İbnü’l Cevzişöyle diyor: “Kadınlara yazıyı öğretmeyin; dikişi ve Nur suresini öğretin.”
Bu az sayıdaki örnek bile bize kadınların üzerindeki baskıyı yeterince anlatıyor.
Yazının ana konusuna gelirsek, 3 dönem içinde 3 tane kadın filozofu inceleyeceğiz. Bu dönemler ve inceleyeceğimiz filozoflar şunlar. Antik Çağ’da Spartalı kadın filozof Phintys’i, Orta Çağ’da Fransız kadın filozof Christine de Pizan’ı ve son olarak modern dönemde Edmund Husserl’in öğrencisi Edith Stein’i inceleceğiz.
Bildiğimiz ilk kadın filozoflar Pyhthagoras’ın çevresindedir. Phintys de Pythagorasçı filozoflardandır; Diotima’nın çağdaşıdır. Hayatı hakkında bildiğimiz tek şey bir generalin kızı olduğudur. Kadınların ahlaki davranışı hakkında yazdığı bir yazıda her şeyde ölçülü olmanın önemini vurgular; ki bu da, yedi bilgelerin filozofa etkisinin ne kadar büyük olduğunu gösterir.
Filozoflar
Phintys esas olarak doğru eylem, davranış üzerine düşünmüştür; bu, ona göre felsefenin odak noktasını oluşturur. Onun felsefesinde insanın eylemi üzerine derin düşünme büyük yer tutar. Ayrıca her iki cinsi de felsefeyle uğraşmaya layık görür. Bu konuyla ilgili ondan bir alıntı yaparak bitirelim: “Birçok kişi belki, at binmek ya da halk meclisinde konuşmak gibi, felsefeyle uğraşmanın da kadına yakışmadığı görüşündedir. Oysa ben bazı şeylerin erkeğe, bazılarının kadına, bazı şeylerin de hem erkeğe hem de kadına özgü olduğuna inanıyorum.”
Orta Çağ’ın kadın filozoflarını ortak bir noktada birleştiren unsur inançla bilgi arasındaki sıkı bağdır. Kesin inançtan kuşku duyulamaz, tanrı her zaman vardır ve evrenin yaratıcısıdır. Kilisenin toplum üzerindeki etkisi çok güçlüdür ve baskıcıdır. Tüm yaşayış kilisenin düzenlediği bir çerçevede sürer. Kadınlar için yazmanın, düşünmenin, duygularını ifade etmenin yolu kiliseden geçer. Çünkü onların teolojik ve dini meselelerle ilgilenmelerine engel olunmuştur; bu da, kadın filozofları mistik bir bakış açısına sahip yapmıştır.
Tanıdığımız ilk mistik kadın filozof Hildegard’dır; kilise tarafından azize ilan edilmiştir. Diğer bir gizemci kadın filozof Magdeburglu Mechthild’dir. Kilisenin iki yüzlülüğünü eleştirir. Fransa’da ise gizemciMarguerite Porete vardır; panteisttir, yalın ruhun aynası adlı eserini yazmıştır; yazdıklarını geri almadığı için 1310 yılında din sapkınlığı gerekçesiyle yakılarak idam edilmiştir. Orta Çağ’da Sienalı Caterina vardır, mutlakçı bir filozoftur; Orta Çağ’ın skolastik felsefesine tam uyan bir filozoftur, dönemin erkek filozoflarının havasını yansıtır.
Pizan’a gelirsek; onu diğerlerinden ayrı kılan şey, ilk ütopyacı kadın filozof olmasıdır. Yaşamı para sıkıntılarıyla, acılarla, ölümlerle, muhtaçlıklarla geçmiştir. Kocası çok erken ölmüş, çocuklarını tek başına büyütmek zorunda kalmıştır. V. Charles‘in sarayına atanmış, kralın özel doktoru ve astrolog olarak görev yapmış ama kral da ölünce güç bela geçimi sağlamıştır. Ama tüm bunlar onu öz güven sahibi, güçlü bir kadın yapmıştır ve genç yaşta yaşamın sürekli iniş ve çıkışlardan oluştuğunu, hiçbir şeyden tam olarak emin olamayacağımızı, her daim insanın zenginlikten sefalete, sefaletten zenginliğe; acıdan mutluluğa ve mutluluktan acıya geçebileceğini öğrenmiştir ve felsefesinde göstermiştir.
1421’de Christine de Pizan, Poissy manastırına çekildi; çünkü Yüzyıl Savaşları vardı. Fransa işgal ediliyordu. Son yıllarını manastırda hüzün içinde geçirdi. Orleans bakiresinin odun yığını üzerinde yakılarak idam edilmesinden hemen önce de öldü. Felsefi başyapıtını ise manastırda yazdı (Kadınlar Kenti Üzerine). Bu eser ütopik bir eserdir. Eser dönemin koşulları yüzünden derin ümitsizlik içerir ve kadın düşmanlığı da hat safhadadır.
Pizan kitapta taç giymiş, asil üç tane kadını konuşturur. Bunlar us, adalet ve dürüstlüktür. Pizan bu yapıtında bu üç asil kadın sayesinde ideal bir devlet kurma yoluna gitmiştir. Bu üç kadın birbirine bağlıdır. Pizan’a kadınlar kentini kurmasında yardım etmek isterler. Aslında bu üç asil kadın aynı zamanda üç erdemdir de. Ve her üç kadının elinde kendine has bir gereci vardır; Bayan Us herkesin kendi özünü görebileceği bir aynaya, Bayan Dürüstlük haklıyı haksızdan ayıran, iyi ve kötü arasındaki farkı belirleyen bir çekül; Bayan Adalet ise som altından bir terazi kefesine sahiptir. Bayan Us, kentin temellerini atmakla görevlidir çünkü temel olmadan hiçbir şey süreklilik kazanmaz; Bayan Dürüstlük’ün görevi ise insanların adil olmalarına, yoksullarla ilgilenmelerine, her zaman iyinin galip gelmesine çalışmaktır. Bu bayan, evleri, yolları, meydanları yaratır. Bayan Adalet ise gerçek adaleti tesis eder.
Pizan bu üç asil kadını kitabında şöyle tanımlar “Kasvetli düşüncelerle kıvranır, utanç içinde biri gibi başını eğmiş, gözlerimden yaşlar akar, başımı avucuma gömmüş, kolumu kolçağa dayamış durumda otururken, birdenbire sanki güneş parlıyormuş gibi kucağıma bir ışık demetinin düştüğünü gördüm. Işığın kaynağını bulmak için başımı kaldırdım ve önümde capcanlı, taç giymiş ve çok asil görünüşlü üç kadını fark ettim. Onların önünde duruyor ve şaşkınlıktan dilini yutmuş biri gibi sessizce onları inceliyordum. Hayran kalmıştım ve kendime bu kadınların kim olduklarını soruyordum; sormaya cesaret edebilseydim isimlerini ve mevkilerini, her birinin sağ elinde tuttuğu çok değerli nesnelerin anlamını ve niçin geldiklerini öğrenmeyi çok isterdim. Ama onlar gibi asil kadınlara bu tür sorular sormaya kendimi layık görmediğim için, cesaret edemedim ve onları seyretmeye devam ettim. Yarı ürkmüş ve bana yönelttikleri, ilk baştaki kuruntumu silen sözleriyle yarı yatışmış durumdaydım.”
Edith Stein:
Edith Stein, tutucu bir Yahudi ailesinde doğmuştur. Küçük yaştayken babasını ve yaşamının ilerleyen dönemlerinde kocasını kaybetti. Ancak bu olaylar onu ayakları yere sağlam basan bir kadın yaptı ve ayrıca çocukluğundan beri dik kafalıydı. Kocasından devraldığı kereste ticaretini devam ettirmiştir. Ancak felsefe onun için bambaşka bir yerdeydi. Her zaman felsefenin içinde olmak istemiştir. Stein “şeylerin kendisi”ne varmak istiyordu. Fenemenoloijinin büyüsüne kapılmıştır, 1913’te Edmund Husserl’in yanına gitmiştir. Husserl onayı verdikten sonra empati sorunu üzerine doktorasını yapmaya başlamıştır. 1916 yılında doktorasını verip en yüksek notu almış ve Husserl’in asistanı olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra Stein’i bu durum rahatsız etmiştir; çünkü hayali profesör olmaktı ve ayrıca Husserl profesörlüğün bayanlar için yakışık almadığı görüşündeydi. Kısa bir süre sonra görevinden ayrılmıştır. 1931 de Speyer’de ders vermeye başlamış ama onu da felsefeye daha yoğunlaşmak için bırakmıştır. 1933’te bir Yahudi olmasına rağmen Köln’de Karmelit rahibeler tarikatına girmiştir. Nazi zulmünden kaçmak için Hollanda’ya kaçmıştır ancak Naziler orada da izini bulmuşlardır ve filozof Stein kız kardeşiyle birlikte Auschwitz kampında öldürülmüştür (Tabii ki bir filozof için utanç verici bir durum).
Stein’in felsefesinde sorduğu en temel sorulardan biri şuydu: Kendimi ve diğer insanları nasıl tanırım? Burada Stein bedene büyük roller verir; jestler, mimikler, insanların hareketlerinin altında yatan sebepler vs. Bütün bunların temeline empatiyi koyar. Stein’in felsefesi manastıra girdikten sonra da değişmedi, inanç yönünde felsefesini genişletti. Stein’e göre insan fırlatılmış bir varlıktır ve fırlatılmışlığına bir karşılık bulmalıdır. Fırlatılmışlık mevzusu daha sonra Sartre ve Heidegger de daha sonra kendini gösterecektir. Fırlatılmışlık hissi insanı derin düşünmeye ve yaşamı için bir anlam aramaya sevk eder. Ancak tanrı olmadan işin içinden çıkamaz. Çünkü derin anlam hiçbir zaman tanrı yardımı olmadan kendini açmaz. Tanrı olmadan hiçbir şeyin anlamı yoktur. Tanrı olmazsa insan köksüz, yalnız, bencil, özünü bilmeyen kişi olur ve okyanusun ortasında kimsenin görmediği,haberinin dahi olmadığı küçük bir ıssız adaya benzer. Yani burada felsefesini teoloji içine yerleştiriyor. Nihai ve ebedi varlık adlı kitabında bu konu ile ilgili şöyle demiştir. “Çünkü, varlığımın geçici, bir andan diğerine süreli ve var olmama olasılığına maruz olduğu gerçeği yadsınamaz; buna, yine yadsınması mümkün olmayan diğer gerçek denktir; bu diğer gerçek söz konusu geçiciliğe rağmen var olduğum ve bir andan diğerine varlığımı muhafaza edeceğim ve geçici varlığım içerisinde devamlı bir varlığı kuşattığım gerçeğidir. Beni tutan bir şey olduğunu bilirim ve bu bana huzur ve güven verir; kendi gücüyle sağlam zemin üzerinde duran bir erkeğin kendinden emin güven duygusu değil, ama güçlü bir kolun taşıdığı çocuğun tatlı ve mutlu güven duygusu -ki bu güven duygusu, nesnel bakıldığında, aynı derecede rasyoneldir. Yani varlığım içinde başka bir varlığa nüfuz ederim; bu varlık benim değildir, aksine kendi içinde desteksiz olan varlığımın desteği ve temelidir.”
Budala Dosto
Kaynak:
Platon, Şölen
Schopenhauer, Aşkın Metaziği
Nietzsche, Deccal
Ingeborg Gleichhauf, Kadın Filozoflar Tarihi