Anna Karenina, Kırmızı ve Siyah, Jane Eyre başta olmak üzere Dünya Edebiyatı’nda iz bırakmış en güzel aşk romanlarını derledik.
1. Anna Karenina – Lev Tolstoy
Aşkı yüzlerce yazar anlatmıştır ama Anna Karenina gibi destansı olanı yoktur. Anna Karenina, 19. yüzyıldaki Rus aristokrasisinde yaşanan bir yasak aşk hikayesi. Henri Troyat, kaleme aldığı Tolstoy biyografisinde şöyle diyor:
“Bir yıl önce onu derinden etkileyen bir olayı anımsadı. Komşusu ve aynı zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla yaşıyordu. Uzun boylu, geniş yüzlü bu kadın, onun metresiydi. Adam, onu pek umursamıyordu. Hatta başka biriyle evlenme planları yapıyordu. Onun bu ihanetini öğrenen Anna, sadece birkaç eşyasını alıp kaçtı. Ve ardından kendini trenlerin altına attığı haberi geldi. Ölmeden önce Bibikov’a bir de mesaj göndermişti. Özetle “katilim sensin” diyordu. 1872’de yaşanan bu olayı Tolstoy yakından takip etmişti. İntihar edilen tren istasyonunda polisle birlikte incelemeler yapıp cesedi gördüğünde bu zavallı kadının yaşadıklarını hayal etmişti.”
“Vronski’nin yüzü aydınlandı.
— Benim için dünyada her şeyin, yaşamın kendisinin bile siz olduğunuzu bilmiyor gibi konuşuyorsunuz. Ama huzur nedir bilmem ben, veremem de onu size. Kendimi, aşkımı istiyorsanız veririm… Sizinle kendimi ayrı düşünemiyorum. Benim için siz ve ben tek kişiyiz. Gelecekte sizin için de benim için de huzurun olanaksız bir şey olduğunu görüyorum. Umutsuzluk, yalnız umutsuzluk görüyorum… ya da şöyle diyeyim, mutluluk görüyorum; ama ne mutluluk bu… Olanaksız bir şey mi sanki.
Vronski son cümlesini fısıldayarak söylemişti; ama Anna duymuştu. Anna aklının tüm gücünü gerekeni söylemeye yöneltmişti. Ama bir şey söylemedi sevgi dolu bakışını Vronski’nin gözlerinin içine dikti. Vronski heyecanla, “İşte o!” diye geçirdi içinden. Umudumu kestiğim, bunun bir sonucunun olmayacağını sandığım anda işte o! Seviyor beni. İtiraf ediyor.
Anna:
— Öyleyse benim için yap bunu, dedi. Böyle şeylerden hiç söz etmeyin bana, iki iyi dost olalım. Ama bakışı bambaşka şeyler söylüyordu.
Vronski:
— Dost olamayız, bunu siz de biliyorsunuz, dedi. Ama dünyanın en mutlu ya da en mutsuz iki insanı olmamız sizin elinizde. Anna bir şey söylemeye hazırlandı; ama Vronski fırsat vermedi konuşmasına:
— Yalnız bir şey istiyorum sizden. Şimdiki gibi umut beslemek, acı çekmek hakkını tanıyın bana. Ama bu olmayacak bir şeyse gözünüze görünmememi emredin, görünmeyeyim. Varlığım sizi sıkıyorsa, bir daha görmeyeceksiniz beni.
— Sizi kovmayı aklımın ucundan geçirmedim.
Vronski titrek bir sesle:
— Yalnız bir şeyi değiştirmeyin, dedi. Bırakın her şey olduğu gibi kalsın. İşte kocanız geldi.”
2. Günlerin Köpüğü – Boris Vian
Boris Vian’ın kaleme aldığı Günlerin Köpüğü yozlaşmış ilişkiler içinde yaşanan bir aşkı konu alır. Eserin özel bir dili vardır, okura sunduğu dünya fantastik, büyülü ve masalımsı bir dünyadır. Yazar hayalle gerçeği öyle bir harmanlar ki… Mesela bir kadının göğsünde nilüfer çiçeği açtırır.
Vian’ın Günlerin Köpüğü kitabını iki günde yazdığı söylenir. Yaşanmış bir olayı anlattığını ise kitabın önsözünde anlatır. Yazıldığı zaman pek beğenilmemiş aslında. Vian gençlik yıllarında alışıldık yazar görünümünden farklıdır. Her gece partiler, konserler organize eden, kitaplardan çok kendini caz müziğine adamış bir figür Vian. Bu partilerden birinde ileride karısı Michelle’i elinden alacak filozof Jean-Paul Sartre’la tanışıyor.
“– Valla… dedi Chick, ona Jean-Sol Partre’ı sevip sevmediğini sordum, o da bana kitaplarının koleksiyonunu yaptığını söyledi… Ben de ona: “Ben de” dedim.
– Bundan sonra ona ne söylediysem o her keresinde bana: “Ben de” diye cevap veriyordu… Ben de öyle yapmaya başladım… Sonra, sonunda, varoluşçu bir deney yapmak için ona: “Sizi çok seviyorum” dedim. O da: “Nee?!!” dedi. “Böylece deney de suya düştü” dedi Colin.
– Evet, dedi Chick. Ama gene de hemen gitmedi. O zaman: “Ben bu taraftan gidiyorum” dedim. O ise “Ben o taraftan gitmiyorum” dedi ve sonra ekledi:
– Ben bu taraftan gidiyorum.
– Harika bir şey bu, diye niteledi Colin. O zaman da ben: “Ben de” dedim. Bundan sonra o nereye gitse ben de oraya…
– Peki nasıl bitti bu hikaye? dedi Colin.
– Valla… dedi Chick. Yatma saati gelmişti…”
3. Kırmızı ve Siyah – Marie-Henri Beyle (Stendhal)
Stendhal, dünya aşk edebiyatının en önemli klasiklerinden biri olan Kırmızı ve Siyah’ın konusunu gazetede çıkan bir yargılama haberinden almıştır. Kırmızı ve Siyah’ta, Julien Sorel ile Madame de Renal’in aşkı, tutkulu aşklara güzel bir örnektir. Kırmızı ve Siyah, bir aşkın, gittikçe büyüyen bir aşkın hikâyesidir. Korkuları, duraksamaları, ateşli tutkusuyla, usta elinden çıkmıştır.
“Oysa zavallı kadın, daha o uğursuz gün, kendi kendine bile itiraf etmeden deli gibi sevdiği adamın bir başkasına gönül verdiğini öğrenmişti! Julien’in bütün yokluğunda, kendisini kara kara düşündüren sonsuz bir acı ile kıvranmıştı.
İçinden: “Nasıl, seviyorum demek, diyordu, aşka düştüm ha! Ben, ben evli barklı kadın, aşık olacağım ha! Öyle ama, diyordu, düşüncemi Julien’den ayırmama imkan vermeyen bu gamlı çılgınlığı, ben hiç kocama karşı duymadım. Aslında bana saygı duyan bir çocuk o olup olacağı! Geçip gider bu çılgınlık. Bu delikanlıya karşı beslediğim duygulardan kocama ne? B.de Renal benim Julien’le, havadan sudan sözlerle yaptığım konuşmalardan sıkılmış olur. O, kendi işlerini düşünür. Julien’e vermek için onu hiçbir şeyden yoksun bırakmıyorum ki.”
Bugüne dek duymadığı bir tutku uğruna yolunu şaşıran, bu temiz ruhun paklığını hiçbir ikiyüzlülük bozmaya kalkmıyordu. Yanılmış, ama bilmeye bilmeye yanılmıştı, oysa bir erdem içgüdüsü ürpermişti. Julien bahçede görünür görünmez aklını başından alan savaşlar bunlardı işte. Konuştuğunu duydu, hemen o anda da yanlarına oturduğunu gördü. Ruhu on beş gündür kendisini büyülemekten çok şaşırtan bu mutlulukla göklere ermişti sanki. Onun için her şey önceden düşünülmemiş şeydi. Ama birkaç dakika sonra, içinden: “Demek, diyordu, bütün kabahatlerini unutmak için Julien’in burada olması yetiyor?” Korkmuştu; elini çekmesi de bu anda oldu işte. Kadıncağızın hiç şimdiye dek böylesini görmediği, tutkulu öpücükler, ona birden delikanlının bir başka kadını sevdiğini bile unutturdu. Biraz sonra delikanlı onun gözlerinde artık suçlu değildi.”
4. Vadideki Zambak – Honoré de Balzac
Vadideki Zambak yazarın en verimli zamanlarından birine denk gelen başyapıtlarından biridir. Vadideki Zambak için imkansız bir aşkın ve ıstırabın romanıdır demek yanlış olmaz. Romantik pasajların yanı sıra felsefe, din ve tabiat da yoğun oranda işlenmiştir. Balzac, ıstırabı her açıdan incelerken karakterlerle beraber okuyucuyu da kitapta zaman zaman ikilem içerisinde bırakmıştır. Şehvetli aşk mı kazanmalıdır, kutsal aşk mı? Vücudun sevgilisi mi galip gelmelidir, ruhun sevgilisi mi?
“Onu yatıştırmak, artık bir daha hiç üzmeyeceğimi, yirmi yaşımda olduğum halde onu yaşlı kimseler son çocuklarını nasıl severlerse öyle seveceğime söz vermek zorunda kaldım. Ertesi gün erkenden geldim. Gri salonundaki vazolarda çiçek kalmamıştı. Hemen kırlara, bağlara seğirttim, çiçekler topladım, iki demet yaptım ona; bu çiçekleri hem teker teker koparıyor, hem de hayran hayran bakarak renklerle yapraklar arasında bir uyum bulunduğunu, musiki parçalarının seven ve sevilen kalplerde sayısız anılar uyandırması gibi, insanın gözlerini kamaştırarak insanın kafasında beliren şiirler olduğunu düşünüyordum. Renk denilen şey ışığın düzene girmiş bir biçimiyse, havadaki uyumların bir anlamı olduğu gibi onun da kendine özgü birtakım anlamları niçin bulunmasın, diyordum.
Jacques’la Madeleine’in yardımıyla, üçümüz de sevgilimize güzel bir sürpriz hazırladığımız için mutlu bir halde, çiçeklerimizin genel karargahını kurduğumuz son merdiven basamaklarında duygularımı belirtecek şekilde iki demet yaptım. İki vazodan taşarak çıkan, dalga dalga dağılan, ortasından da beyaz güller, gümüş kapalı zambaklar halinde dilediklerimin fışkırdığı bir çiçek kaynağı düşünün. Bu taze örtü üstünde peygamber çiçekleri, engerek otları, sevda çiçekleri, nüanslarını göğün maviliğinden alan ve beyaz renkle pek güzel bir uyum tutturan türlü türlü çiçekler parlıyordu; iki çeşit masumiyet yok muydu burada? Hiçbir şey bilmeyen masumiyetle, her şeyi bilen masumiyet; çocuğun düşüncesi ile kurbanın düşüncesi.”
5. Muhteşem Gatsby – F. Scott Fitzgerald
Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından F.Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby’de saplantılı bir aşkı anlatır. Yoksul bir gençken aşık olduğu zengin kızı Daisy’ye sahip olabilmek için zengin olan, Jay Gatsby’nin saplantılı dünyasına götürür bizi. Yıllar geçmiş, Daisy evlenmiş, bir çocuğu olmuştur, ama tutkusundan vazgeçmemiştir. Devreye giren aracı kuzen Nick’in de yardımıyla sevdiğine kavuşur gibi olur. Servetiyle gözünü boyamayı başarır Daisy’nin. Fakat Daisy’nin kocası Tom ve onun alt sınıftan sevgilisi Myrtle’ın da işin içine dahil olmasıyla, aşk denen şeyin yerini başka şey alır.
“Anlayışla gülümsedi, yok anlayışlı bir tebessümden çok daha fazlasıydı. Ömrün boyunca taş çatlasın dört ya da beş kez karşına çıkabilecek, şu sonsuz bir güven telkin eden, nadir gülümsemelerdendi. Ebedi ve ezeli dünyanın tamamıyla bir anlığına yüzleştikten ya da yüzleşmiş gibi göründükten sonra, sizin lehinizdeki karşı konulmaz bir ön yargıyla size odaklanmıştı sanki. Sizi tam da anlaşılmak istediğiniz gibi anlıyor, size, kendinize inanmak istediğiniz şekilde inanıyor ve sizden tıpatıp vermek istediğiniz, vermeyi umduğunuz izlenimi edindiğini belirterek, içinizi rahatlatıyordu. Tam bu noktada gülümseme kayboldu kendimi otuzu yeni devirmiş, genç, kibar, konuşmasındaki tumturaklı resmiyet gülünçlüğün kıyısından son anda dönen,tuttuğunu koparan bir sonradan görmeye bakarken buldum.”
6. Swann’ın Bir Aşkı – Marcel Proust
Fransız edebiyatçı Marcel Proust’un yaklaşık 17 yılda yazdığı, yedi ciltten oluşan dev eseri Kayıp Zamanın İzinde, otobiyografik bir yapıttır. Ve kuşkusuz her yönüyle okunması oldukça zor bir kitap. Bilinç akışı tekniğiyle yazılan eserde varoluşsal bir hesaplaşma ve keşif yolculuğu söz konusudur. Bu yolculuk aşk, politika, alışkanlık, kıskançlık, eşcinsellik, aristokratik gelenekler, burjuva dünyası gibi çok katmanlı öğelerle donatılmıştır.
İlk cildi olan Swann’ların Tarafında’nın içinde olan bu bölüm Swann’ın Bir Aşkı olarak Tahsin Yücel çevirisiyle kitaplaştırılmıştır. Proust’un “Mutlu olan kişi aşık değil demektir” sözüyle paralel düşünürsek, kitap sosyete çevrelerine girip çıkan Swann’ın güzel fahişe Odette’e duyduğu aşk yüzünden edebiyat, sanatla ilgilenen entellektüel Swann’nın hayatının alt üst olmasını anlatır. Karşılıksız bir aşktır bu. Kitapla ilgili olarak Proust’un muhteşem tasvirlerini de unutmamak gerek.
“Dönüş yolunda, aynı kendisine göre yer değiştirmiş ve neredeyse ufka yaklaşmış olduğunu fark eder, aşkının da birtakım değişmez tabiat kanunlarına tabi olduğunu sezinler ve girmiş olduğu bu kısa dönemin uzun sürüp sürmeyeceğini, o aziz çehrenin, bir süre sonra zihnine uzaklaşmış, küçülmüş görünüp görünmeyeceğini, etrafa yaydığı büyü neredeyse tükenmiş gibi gelip gelmeyeceğini merak ederdi. Çünkü Swann, aşık olduğundan beri, tıpkı ilk gençliğinde, kendini sanatçı zannettiği zamanlarda olduğu gibi, çeşitli şeylerde bir büyü bulmaktaydı; ama aynı büyü değildi bulduğu; şimdi bulduğu büyü, Odette’in nesnelere verdiği büyüden ibaretti. Havai bir hayatın dağıtıp savurduğu gençlik ilhamlarının, yeniden içinde filizlendiğini hissediyordu, ama bunların hepsi, belirli bir insanın yansımasını, damgasını taşıyorlardı; nekahat halindeki ruhuyla baş başa, evinde geçirmekten şimdi ince bir zevk aldığı uzun saatler boyunca, yavaş yavaş kendi benliğine kavuşuyordu, ama benliği bir başkasına aitti.”
7. Beyaz Geceler – Fyodor Dostoyevski
Beyaz Geceler tam bir aşk hikayesidir. 8 yıldır St. Petersburg’da yaşayan yalnız, hayalperest ve ismini öğrenemediğimiz gencin yıllardır içinde yaşadığı yalnızlığı, hayallerini süsleyen aşkını bulduğunu sanması üzerine hayal dünyasından çıkarak gerçek hayata adım atmadaki aceleciğini kendi ağzından dinleriz.
Orhan Pamuk kitabın önsözünde şöyle diyor: “Beyaz Geceler, Dostoyevski’nin en özel, en ayrıksı kitabı. Burada bizi etkileyen şey kitabın ve kahramanlarının bu saflığından gelen hafiflik, bir çeşit çocuksu dürüstlük ve bizi yormayan melodramlardan alabileceğimiz bir mutluluk duygusu.”
“Sakın beni hoppa, maymun iştahlı bir kız sanmayın. Öyle çabucak unutacak veya ihanet edecek biri değilim. Onu bütün bir sene boyunca sevdim. Ve Tanrı şahidimdir, bir kere olsun ona ihanet etmedim. Böyle bir şey aklımdan geçmemiştir. Oysa o bütün bunları küçümsedi, ayaklar altına aldı. Duygularımla alay etti. Madem öyle, güle güle!… Ama beni incittiğini, aşkımı hiçe saydığını da unutmasın! Hayır, artık onu sevmiyorum! Ben ancak anlayışlı, cömert, nazik bir insanı sevebilirim; çünkü kendim de öyle birisiyim, dolayısıyla o bana layık bir adam değil. Ama yine de kötülüğünü istemiyorum, bahtı açık olsun! Hem böylesi daha iyi oldu. Ne biçim bir insan olduğunu sonradan anlasaydım, iş işten geçmiş olacaktı… Her neyse, artık bu iş burada bitti! Ama şöyle düşünmekten de kendimi bir türlü alamıyorum: Belki ona olan aşkım diyorum, bir hayalden ibaretti, çocuksu bir maceraperestlikti, belki de ninemin elinden kurtulmak için başvurduğum bir çarenin sonucuydu. Kim bilir, belki de ondan başka birisini sevmem için bir araçtı.”
8. Madame Bovary – Gustave Flaubert
Yüzeysel burjuva hayatının yapay parıltısına kapılarak, sınıf atlama tutkusu ile kendi öz değerlerini yitirerek kendi çöküşünü hazırlayan Madame Bovary, pek çok yazara ilham kaynağı olmuştur. Madame Bovary, bir kasaba doktorunun karısı, romantik, hayalci ve mantıktan çok duyguları ile hareket eden bir kadındır. Bu bakımdan, romantizme bir tepki özelliği de taşımaktadır.
Nabokov, Madame Bovary ile Anna Karenina’yı şöyle karşılaştırır: “Karenina’nın doğrucu ve tutkulu doğası, kılık değiştirmeleri, gizli kapaklı işleri reddeder. Anna, Vronski’ye bütün yaşamını verir, sevgili küçük oğlundan ayrılmaya çocuğu görememekten duyacağı korkunç acıya karşın evet der ve önce ülke dışında, İtalya’da, sonra da onun Orta Rusya’daki kır evinde Vronski ile birlikte yaşar. Bu açık gönül serüveni ahlaktan nasibini almamış dost çevresinin gözünde ahlaksız olarak damgalanmasına yol açsa da yapar bunu. Oysa çocuğundan ayrılırken Emma’nın içi bile sızlamaz, o küçük hanım için çetrefil ahlaki sorunlar filan söz konusu değildir.”
“…O muhteşem hayatı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Tanışırlardı, sevişirlerdi! Onunla birlikte bütün Avrupa ülkelerinde, bütün yorgunluklarını ve gururunu paylaşarak, ona atılan çiçekleri toplayarak, kostümlerine kendi eliyle nakışlar yaparak, başkentten başkente dolaşırdı.(…) Emma’ya bir çılgınlık geldi. Tenor kendisine bakıyordu muhakkak! İnsan kılığına girmiş aşkmış gibi, kuvvetine sığınmak için koşup kollarına atılmak ve ona: “Kaçır beni, götür beni, gidelim! İçimdeki bütün ateşler, bütün rüyalar senindir!” demek, haykırmak geldi içinden.”
9. Uğultulu Tepeler – Emily Brontë
Emily Brontë’nin ilk ve tek kitabı 1847 yılında Ellis Bell takma adıyla yayınlandı. Emily Brontë bir sene sonra 30 yaşındayken hayata veda etti. Kitabın kötü, hırçın, acımasız, kaba karakteri Heatcliff’in çocukluk aşkı Catherine’e karşı beslediği saf aşkın, toplumsal bazı engellerle ne büyük acımasızlığa ve çevresine zarar veren, ihtiraslı bir aşka dönüştüğünü görürüz. Hikayeyi okura, hizmetçi Ellen Dean karakteri anlatır. Roman, hastalıklı bir aşkı, kötülüğün sebeplerini, bir insanın karakterine çocukluk anılarının etkilerinin ne denli büyük olabileceğini, ama her insanın kalbinde iyiliğin de belki bir miktar bulunabileceğini anlatır.
“Ateşin kızıl alevleri onların güzel başlarını aydınlatıyor, bir çocuk hevesiyle capcanlı duran yüzlerini ortaya çıkarıyordu. Evet, biri yirmi üç, diğeri de on sekiz yaşındaydı fakat duyacakları, öğrenecekleri öyle çok şey vardı ki, ikisi de olgunluk çağının heyecansız ağırbaşlı düşüncelerinden o kadar uzaktılar ki, hala çocuk sayılırlardı. İkisi de başlarını kaldırıp Heathcliff’i gördüler. Siz belki fark etmemişsinizdir fakat ikisinin gözleri tıpkı birbirine benzer; bu gözler tıpkı Catherine Earnshaw’ın gözleridir. Zaten, bugün hayatta bulunan Catherine diğer Catherine’e ancak gözleri, alnının genişliği, bir de burun deliklerinin yüzüne gururlu bir ifade kazandıran özel kıvrılışıyla benzer. Hareton’da ise benzeyiş daha fazladır. Bu her zaman için böyledir ama, o sırada en çok onun benzeyişi dikkat çekiyordu. Çünkü Heathcliff’in duyguları tetikteydi, zihni de o kadar alışmadığı sorunlarla uğraşmaktan epeyce uyanmıştı.”
10. Kolera Günlerinde Aşk – Gabriel García Márquez
Gabriel García Márquez, kitabında anlattığı aşkı, bulaşıcı bir hastalık olan kolera ile benzeştiriyor. Çünkü aşkın baş kahramanı Florentina Ariza, 13 yaşındaki Fermina Daza’yı ilk kez gördüğünde bakışlarındaki masumiyetten etkilenip tutkuyla bağlanıyor. Adeta kolera hastalığının belirtilerini gösteriyor. Çünkü koleranın ortalığı kasıp kavurduğu, toplu ölümlere yol açtığı günlerde geçiyor aşk. 53 yıl, 7 ay, 11 gün süren bu takıntı, bağımlılık halindeki tutku dolu aşk, yaşlılıklarına dek sürüyor.
“Çılgın bir sevdalanma yılı oldu o yıl. İkisi de yalnız birbirlerini düşünerek, birbirlerini düşleyerek, kaygıyla birbirlerinin mektuplarını gözleyerek, aynı kaygıyla onları yanıtlayarak yaşadılar. O çılgınlık ilkbaharında, ne de ertesi yıl, birbirleriyle karşılıklı konuşma fırsatı bulamadılar. Dahası, birbirlerini ilk kez görüşlerinden yarım yüzyıl sonra Florentino Ariza’nın onu sonsuza değin seveceğini yinelediği ana değin, ne baş başa kalmak, ne de aşklarından söz etmek olanağını buldular. Ama ilk üç ay boyunca birbirlerine yazmadıkları tek bir gün bile geçmedi; bir an geldi ki günde iki kez yazdılar birbirlerine, öyle ki Escolastica Hala, yakmaya kendisinin yardım ettiği ateşin doymak bilmezliğinden korkuya kapıldı.”
11. Aşk ve Gurur – Jane Austen
Klasik dönem romanları arasında önemli bir yere sahip olan Aşk ve Gurur, 18. yüzyılda İngiltere’de geçen unutulmaz bir aşk hikayesini konu alıyor. Orta halli bir ailenin zeki ve neşeli kızı ile kibirli ve mağrur olmasının yanı sıra son derece dürüst ve varlıklı genç bir adamın neredeyse nefretle başlayan ilişkilerinin büyük bir aşka dönüşünü anlatan bu kitapta, biri gururlu diğeri önyargılı iki insanın zaman ilerledikçe yanıldıklarına ve birbirlerine yaptıkları onca haksızlığın yalnızca aşkla telafi edilebileceğine okuyorsunuz.
“Bundan daha derin bir sevgi görmedim desem yeridir; gözü kimseyi görmüyor gibiydi ve hep Jane ile ilgileniyordu. Her karşılaşmalarında bu daha kesin, daha göze çarpar bir durum alıyordu. Kendi verdiği baloda iki veya üç genç leydiyi dansa kaldırmayarak gücendirdi; iki kez de benim sözlerimi cevapsız bıraktı. Bunlardan güzel belirti olabilir mi? Etrafa aldırış etmemek, aşkın ta kendisi değil midir?
(…) Acaba şiirin aşkı körelttiğini ilk kim keşfetti, merak ediyorum!
“Ben de şiirin aşkın gıdası olduğunu düşünürdüm,” dedi Darcy.
“Bahsettiğimiz, ayakları yere basan, sağlam, güçlü bir aşksa, evet. Zaten güçlü bir aşkı her şey besler. Ama söz konusu geçici, basit bir sevdaysa, eminim tek bir güzel şiir onu yok etmeye yeter.”
12. Doktor Jivago – Boris Pasternak
Doktor Jivago, Boris Pasternak’ın 1956 yılında yazdığı, Sovyetler Birliği’nde 80’li yıllara kadar yasaklı kalmış, ilk ve tek romanıdır. 1965 yılında David Lean tarafından sinemaya uyarlanmış ve beş dalda Oscar kazanmıştır. Roman, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Ancak Pasternak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kaldı. Kitap, 1900’lerin başında, lise yaşlarındaki bir grup gencin ilk gençlik öyküleriyle başlar ve 1917 Ekim Devrimi ve sonrası ile 1929’a kadar uzayan siyasi toplumsal süreç Jivago’nun hayatı üzerinden verilir. Tabii Jivago ve Lara’nın aşkı.. Jivago ile Lara’nın aşkı öylesine güçlü ki onların aşkını bu kadar kuvvetli yapan ve okuyucunun ahlaksal sorunlara takılmadan onların aşkına kapılıp gitmesini sağlayan, hayatla olan ilişkileri, birbirleriyle örtüşen yaşam felsefeleri, koşulsuzca aşklarını yaşamaları…
“Hele şu yaşamın değiştirileceği sözüyse çıldırtıyor beni. Bu tür sözler işitince perişan oluyorum. Yaşamı değiştirmek! Ne kadar iddialı bir söz. Oysa yaşamı zerre kadar anlamamış olan bir insan, ancak böyle bir laf edebilir. Bunlar yaşamın nasıl sürdüğünü, kalbinin nasıl çarptığını hissedemeyenlerdir. Onlar yaşamı kendileri tarafından işlenebilecek bir ham madde olarak görüyorlar. Düşünemiyorlar ki yaşam hiçbir zaman bir hammadde olmamıştır ve olamaz.”
13. Jane Eyre – Charlotte Brontë
Tıpkı Jane Austen gibi, edebiyat tarihinin en ünlü ve en sevilen kadın yazarları arasında yer alan 19. yüzyıl İngiliz romancıları Charlotte Brontë, Emily Brontë, Anne Brontë kardeşler ve 170 yıldır hala tutkuyla okunuyorlar. Charlotte Brontë’nin kendi hayatından izler taşıyan eseri Jane Eyre, romantizm akımının en belirgin ve unutulmayan örneklerindendir. Zorlu bir çocukluk geçirdikten sonra öğretmen olan Jane Eyre, Bay Rochester’ın malikanesinde mürebbiye olarak göreve başlar. Zamanla Bay Rochester ile Jane Eyre yakınlaşırlar, ama evlenmelerinin önünde ciddi bir engel vardır: Rochester’ın herkesten gizlenen akıl hastası eşi.
“Yeniden yalnız kaldığım zaman, öğrendiğim şeyleri gözden geçirdim, kalbimin içine bakarak duygularımı, düşüncelerimi inceledim. Sonra, bunların arasından, hayalin sınırsız, yolsuz-izsiz boşluklarına doğru kaçmış olanlarını disiplinin eliyle tutmaya, sağduyunun emin yuvasına kapatmaya çalıştım. Kendi kurduğum mahkemede önce hatıra ifade verdi, o geceden anlattı. Sonra mantık ortaya çıktı hülyalara kendimi kaptırmış olduğumu da belirtti. Sonunda ben, kendi kendimin yargıcı olarak, şöyle hüküm verdim: Yeryüzünde Jane Eyre’den daha büyük bir sersem yaşamamış, kendini tatlı yalanlarla kandırıp şerbetmiş gibi zehir yutan bu derece şahane bir budala asla görülmemiştir!” “Sana göre değil o. Sen kendine göre kişiler ara bul. Kalbinin, ruhunun, canının bütün gücüyle duyduğun bir aşkı böyle bir armağanı istemeyen, değerini bilmeyecek olan birine verme…İzzet-i nefs sahibi ol.”
14. Genç Werther’in Acıları – Johann Wolfgang von Goethe
Goethe, Genç Werther’in Acıları’nı 25 yaşında yazarken, kısa bir süre önce Charlotte adlı genç bir kadınla yaşadığı mutsuz ilişkiden yola çıkmıştır. Edebiyat dünyasına, karşılıksız aşkıyla intihara sürüklenen romantik kahramanı armağan eden bu büyüleyici mektup-roman, şiirselliği ve yaşama tutkulu bakışıyla okuyucuları mıknatıs gibi kendine çekmiştir. Almanya’da bütün gençliği etkisi altına alan romanın, birçok intihara neden olduğu, Werther’in giydiği mavi frak, sarı yelek ve çizmelerin döneminde moda yarattığı, Napoléon’un bile kitabı sürekli yanında taşıdığı söylenir. Son derece duyarlı ve tutkulu bir genç ressam olan Werther’in, düşsel dostu Wilhelm’e yazdığı mektuplardan oluşan Genç Werther’in Acıları, edebiyatta akılcılığın yerini alan duygusallığın bir başyapıtıdır.
“Ve bunu söyleyebilir miyim? Niçin olmasın, Wilhelm? Benimle daha mutlu olurdu işte! Albert ah, Lotte’ninki gibi bir yüreğin dileklerini yerine getirecek insan değildir. Belirli bir duyarlılık eksikliği, kastettiğim şey, bir kitabın belli bir yerinde, ah, Lotte’nin ve benim yüreğim aynı anda çarparken ya da Lotte ve ben aynı duyumsamaları dile getirirken, Albert bütün bunları yüreğinde paylaşamıyor işte. Herhangi berbat bir iş, ona değerli ve güzelim eşinden daha çekici geliyor. Mutluluğun değerini biliyor mu acaba? Ona yakışır ölçüde değer veriyor mu?
Lotte benim için kutsal. Onun varlığında bütün arzularım susuyor. Bu nedir, sevgili arkadaşım! Kendimden korkuyorum! Onun için beslediğim sevgi, kutsal, arı ve kardeşçe bir sevgi değil mi? Ceza gerektiren bir arzulama duydum mu hiç ruhumda? Yemin etmek istemiyorum… Bunu söylemek beni ürpertiyor: Bu gece, onu kollarımda sarıp sıkıca bağrıma bastım. Şimdi bu ateşli sevincimi yeniden canlandırdığımda bahtiyar olmam suç mu?”
15. İlk Aşk – İvan Turgenyev
Turgenyev’in Çarlık Rusya’sında geçen İlk Aşk romanında etkileyici aşk öyküsünü dile getirirken, toplum yapısını ve toplumdaki değişimleri, aile içi ilişkileri, tutkuyu, karşılıksız aşkları ve hayal kırıklıklarını da okuyucuya sunar. Turgenyev’in bu uzun öyküsü, otobiyografik izler taşır. Roman kahramanı kendinden yaşça büyük bir kıza aşık olur ve kızın babasıyla ilişkisi olduğunu öğrenince artık bir aşk üçgeni oluşur.
“- Benim ilk aşkım gerçekten hep dinlediğimiz sıradan aşk hikayelerine benzemez; dedi.
– Daha iyi ya. Anlatın… İsteriz! diye atıldı ev sahibiyle Sergey Nikolayeviç.
– Hay hay, memnuniyetle. Yalnız şöyle yapalım, anlatmayı pek beceremem ben. Ya kem küm eder ya da konuyu gevelerim, gereksiz ayrıntılara dalarım. Soğuk, yapmacık bir şey olur… İzin verirseniz, hatırımda kalanları bir deftere karalayıp başka bir gün okuyayım size.
Bu başlangıçta diğer iki arkadaşın da hoşuna gitmedi, ama sonunda razı oldular. İki hafta sonra buluşacaklardı. Vladimir Petroviç de sözünde durdu, anılarını getirdi. Defterinde şunlar yazılıydı:
1883 yılının ortalarıydı, henüz on altı yaşındaydım. Ailemle birlikte başkent yakınlarındaki Kaluga şehrinde kiraladığımız bir yazlıkta kalıyorduk. Bu arada ben üniversite sınavına hazırlanıyordum. Başıma buyruk biriydim, evde kimse benim işime karışmıyordu. Son maceram, Rusya’yı bir türlü sevemeyen, abuk subuk konuşan Fransızca öğretmenimle oldu. En sonunda ondan yakamı kurtarmayı başardım.”