https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

İçinde Beyoğlu geçen ünlü edebiyatçılarımızın yazdıkları öykü kitaplarını ve bu kitaplardan etkileyici alıntıları derledik.

1. Sait Faik Abasıyanık (1906 – 1954) – Tüneldeki Çocuk
Tüneldeki Çocuk öykü kitabı, Sait Faik’in ölümünden 1 yıl sonra, 1955 yılında basıldı. İçinde 9 öykü ve 1947 yılında aralıklarla Yedigün Dergisi’nde tefrika edilmiş sekiz röportaj yer aldı. Tüneldeki Çocuk öykü kitabında yer alan aynı adlı öyküde Sait Faik, Karaköy-Beyoğlu arası çalışan tünele binen fakir bir çocuğun onda bıraktığı izlenimleri, 1942 şartlarında Tünel’e binen bir çocuğun sevinci ve şaşkınlığını anlatır.
“Tünel’e Beyoğlu tarafından bindik. Bu saatlerde bu taraftan aşağıya kalabalık yoktur. İkinci mevkideyiz. Bir köşede üç asker, beride bir ihtiyar kadın, yanı başında gelini, daha ötede vapura yetişmekten mühim mühim bahseden bir Ermeni grubu, ben bir de o vardık. Ayaklarını oturduğu yerin altına mümkün olduğu kadar çekmişti. Ancak, dikkat edilirse ayakkabısız olduğu fark edilebilirdi. Daha kalkmamıştı. Birinci mevkii ikinci mevkiden ayıran parmaklığın ve peronla yolcu vagonlarını ayıran parmaklığın otomatik demiri kapanıyor, yeni kalkıyordu. Sonra kapılar denizden bir balığın nefes alıp vermesini hatırlatan bir iç çekişiyle kapandılar. O, sağ elinin parmaklarını bükerek kulak memesinin altına koymuş, ağzı açıktı. Öteki eli kirli, siyah, pis fakat tırnakları –derisinin koyu esmerliğinden olacak- bembeyaz, dizinin üstündeydi. Kalem gibi parmakları vardı. Siyah bir mintanın üstünde yağlıboya hissini veren, beyaz denemeyecek kadar açık renk bir takım desenler farkediliyordu. Sedef bir kopça, kirli ve incecik boynunu sıkmıştı. Şimdi yüzündeyim. Basık bir burun, açık, hayretle açılmış sulu bir ağız, büyük, koyu kahverengi, insani denemeyecek kadar masum gözler, gözlerin beyazlarında da hayret. Saçları karmakarışık. Üstlerinde sigara külü var.”

2. Ziya Osman Saba (1910 – 1957) – Kış Gezintisi
1959 yılında, Ziya Osman Saba’nın ölümünden iki yıl sonra yayımlanan Değişen İstanbul adlı kitabında yer alır bu öykü. Kitapta altı öykü bulunmaktadır: Ev, Misafirlikler, Yaz Gezintileri, Kış Gezintileri, O Sınıf, O Banka. Kitabın sonunda da şairin ölümünden sonra hakkında yazılanlardan seçmeler yer almaktadır. Bu altı hikaye 1954-1957 yılları arasında yazılmıştır.

Hikayelerinde, geniş ölçüde, şiirlerinde de en çok işlediği temalardan biri olan çocukluk anılarına yer verdiği görülüyor. Bunun yanı sıra İstanbul sevgisi, okuduğu okul olan Galatasaray sevgisi, sakin ve huzur dolu bir yaşayış özlemi, sürekli olarak barış içinde yaşayan ya da öyle yaşaması istenen insanlar hikayelerinin konularını oluşturur.
“O Beyoğlu’nun, değil bugünkü; bir başında, hiç olmazsa, şöyle bir Elhamra Sineması’yla başlayıp sonunda, Taksim’de gene bir sinemayla biten Beyoğlu olmasına bile yıllar vardı, ama kibarlığını göstermek istercesine, kendi kendine, daha o zamandan bir soyadı takınmış bu sert, çocukluğumda da, her şeyinden önce bir sinemalar ülkesiydi ve bir kış gezintisi demek Beyoğlu demekti. Oraya gidilmez, dört yanından, Gümüşsuyu, Tophane, Şişhane yokuşlarından, daha berisindeki Kasımpaşa’dan ağır ağır tırmanılır. Yüksekkaldırım’dan basamak basamak yükselinir, en iyisi, kestirmesi, hele bir çocuk için en mucizelisi Tünel’le masalların sihirli seccadelerindeki gibi, oturulan yerde, vagon kapıları bir kere kapandı mı, sanki bir gizli kuvvet tarafından çekilinir. Beyoğlu’na hep çıkılırdı. Yalnız Tünel bile, benim için, henüz, mesela bayram yerlerindeki kayık salıncak veya atlıkarınca nevinden başlı başına bir eğlence, bir bayram değil miydi? Ya Tünel’in Galata tarafındaki giriş kapısına varmak için bindiğimiz tramvay. Beşiktaş’tan yaz gezintilerinde olduğu gibi, Bebek tarafına değil de bu sefer aksi istikamete gitmek üzere bindiğimiz o tramvay, belki peşine vagon takmadığından öyle hızlı gidiyor, belki de vatmanı, benim hoşuma gitsin diye onu daha, gittikçe daha hızlı sürüyordu. Etrafı iyice görmek, o tramvayın tadını çıkarmak için mi, ön sahanlığında duruyorduk?”

3. Cihat Burak (1915 – 1994) – Geçmiş Zaman Olur Ki
Geçmiş Zaman Olur Ki, 1992 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Yakutiler kitabında yer alan bir öyküdür. Cihat Burak’ın Geçmiş Zaman Olur Ki öyküsünde anlattığı Beyoğlu, bugünden bir hayli farklı, karakola düşen Sait Faik’i hayranlıkla karşılayan, sokak kapısından onu öperek uğurlayan komiserlerin olduğu bir Beyoğlu.
Haydar Ergülen, Cihat Burak hakkında şöyle diyor: “O kendisini “Bir koltuğuma mesleğim olan mimarlığı ve sokak arkadaşı olan resmi sıkıştırdım, öteki koltuğuma da boş kalmasın diye yazarlık sıkıştırmışımdır” dese de özel kitaplara özel bir önem veren özel okurlar için çok özel bir hikayecidir Cihat Burak aynı zamanda. Gizli hikayeci diyeceğim, ama değil, gizli tanımında onu hikayeci saymayan bir anlam var gibi, o yüzden açık hikayeci diyeyim ki, resmiyle hikayesini aynı zamanda tanıdığım için ikisinin de birbirlerinin içinde mevcut olduğu anlaşılsın bundan biraz da. Cihat Burak’ın resimlerine baktığınızda, ondaki hikayeciyi de görmüş olursunuz. Dilerseniz bir resminin başında uzunca durup, o hikayeyi kendiniz yazabileceğiniz gibi, yazılmış bir hikayeyi de içinizden okuyabilirsiniz. Böyle bir duygu uyandırır resmiyle hikayesi, iç içe iki aşk gibi. Ya da iki yol gibi.”

“Hep beraber kalktık, Orhan Veli yarı uyku halinde, Suavi Koçer ne olup bittiğini anlayamamış gibiydi, kafile halinde gidiyorduk, karakol Balo Sokağı’nın karşısında bugün sıhhi banyonun bulunduğu Otel İmparator’un bulunduğu yerdeydi. Siz burada bekleyin dedi Sait Faik, ben komiserle konuşmaya yalnız gideceğim. Aradan epeyce bir zaman geçti, yukarıda neler olup bittiğini merak etmeye başlamıştık, ama Sait Faik, bize gelmememizi sıkı sıkı tembih etmişti. Ne kadar bekledik bilmiyorum ama bana pek uzun geldiydi. Birden ilerdeki binanın kapısında Sait Faik, komiserle bizi oraya getirenlerden birini gördük, komiser epeyce yıldızlı, ayaklarında getirleri, belinde palaskası, tabancasıyla babacan bir adamdı, orada durmuşlar gülüşüyor, şakalaşıyorlardı, sonra öpüşerek ayrıldılar, suçlu olarak girdiği yerden komiserin kapılara kadar inerek ağırladığı bir misafir olarak çıkan Sait’i ölümden dönen birisini karşılar gibi karşıladık, sonra anlattı bize. İsmini söyleyince komiser yer gösterip oturtmuş, meğer Sait Faik’in meraklı bir okuyucusuymuş, ötekilere durumu anlattırmış, üstünde durmamış bile, kahveler çaylar içilmiş, edebiyat, şiir, hikayeden konuşulmuş bir süre sonra bizim gördüğümüz gibi dost olmuşlar öpüşüp koklaşıp ayrılmışlar.”

4. Oktay Akbal (1923 – 2015) – Türk Köylüsü
Oktay Akbal, öyküleri için, “Okurlarda bir gerçeklik, bir yaşanmışlık duygusu uyandırır. Bu yüzden yaşanmış öykülerdir onlar diyorum. Öykülerimin hemen hepsinde yaşantımdan izlere rastlanır, ama tümüyle ben hiçbirinde yokum.” der. 1977’de yazdığı İlk Yaz Devrimi öykü kitabında yer alan bir öyküdür Türk Köylüsü. Oktay Akbal’ın bu öykü kitabında olduğu gibi 1970’lerdeki yazdığı öykülerinde toplumsal endişe, kaygı, umut ve umutsuzluk artan biçimde yer alır. Salt bireye odaklanmaz, bireyi toplumsal bir bağlama yerleştirmeye çalışır. Bireyi ele alan öykülerinde toplumsal bir endişenin yattığı sezinlenmektedir. Ama Oktay Akbal’ın öykülerinin yine en temel kavramlarından biri nostaljidir.

Oktay Akbal, İstanbul Köylüsü öyküsünde, İstanbul’un taşralaşması olgusunu direkt olarak ele alır. İstanbul’un köylüler tarafından istila edilmesinden dolayı rahatsız olmakta, İstanbul’un yeni çehresinden hüzünlenmektedir, korkmaktadır.
“Şimdi İstanbul, Anadolu’nun herhangi bir yerinden farksızdır. Yalnız Beyoğlu’nun, şu İstiklal Caddesi’nin tarihini yazmak yeter değişimleri elle tutulurcasına görmeye. Son kırk yıllık değişme, başkalaşma şaşırtıcıdır. Vaktiyle bu cadde Batılı bir kentin havasını taşırdı. Şimdi bir kasaba caddesine benziyor. Hele bir Pazar günü geçerseniz, bir korku duyarsınız. Bir yabancılık, bir gariplik… İstanbul’un köylüsü olan kişiler yok artık burada! Yitip giden dünyalarına sımsıkı sarılanlar, kendileri ile birlikte götürecekler o düşlerde kalmış yaşamı. Büyük kentin değişken, yakıcı soluğunun erişemediği küçük eski semtlerde yaşıyorlar onlar. Oralarda, küçük kıyı kahvelerinde, ağaçlı bahçelerde oturup, eski günleri anıyorlar eski İstanbullular, İstanbul Köylüleri… Neydi o günler, o güzel, o uzak günler diye… Giden gitmiş, gelen gelmiştir. İstanbul dükalığı yıkılmıştır. Ama bu kez yerine başka bir dükalık kurulmasın!”

5. Naim Tirali (1925 – 2009) – Büyük Cadde
1940 kuşağı öykücülerinden Naim Tirali öykülerinde ya kendisini ya da çok iyi bildiği, yakın çevresini, o çevrenin insanlarını, günlük yaşayışları içinde anlatmıştır. Çevre betimlemelerinde bir belgesel titizliğine rastlanır. Öykülerindeki karakterler, siyasal ve toplumsal sınıflandırmalarla değil, insancıl yönleriyle belirginleşirler. 1947 yılında yayınlanan, Yirmibeş Kuruşa Amerika öykü kitabı konularını Naim Tirali’nin üniversitede öğrencilik yıllarındaki İstanbul yaşantısından alır. Kitaptaki sekiz hikayede olaylar, insanlar, eşyalar, gençliğin yaşama sevinci ve mizahi bir dille anlatılır. Kitabın altı öyküsünde olaylar Beyoğlu’nda geçer. Büyük Cadde adlı öyküsünde ise 1940’lı yılların İstiklal Caddesi’ni, kalabalıkları, sinemaları, vitrinleriyle anlatır Naim Tirali.
“Ah vakit bir dolsa, hemen bir sandviç ve bir çikolata alıp, kendisini Alkazar Sineması’nın üst balkonuna atacaktır. Büyük bir iştahla karnını doyururken de tabancaların patladığı, yumruklar atılan ve sonunda, ünlü ozanımız Behçet Necatigil’in de dediği gibi, “Hak hukuk dağıtılan” bir kovboy filmi seyredecektir. Büyük Cadde’nin, herkese uygun eğlence yeri sinemalardır. Cadde boyunca, aşağı yukarı dolaşan kalabalık, ya sinema saatini beklemektedir ya da sinemadan çıkmıştır. Sinemaların kapılarında güzel bacaklar, öpüşme sahneleri veya kavgalar, toplar, tüfekler, patlayan bombalarla dolu resimler bulunur. İçeriye girebilenler, ürpererek ya da sevinç içinde, beyaz perdede olup bitenleri izlerler. Film sona erince herkesi garip bir hüzün sarar. Salondan ayrılanlar, hergünkü dünyalarına dönmek için, bazı uzun koridorlardan geçip, başka bir kapıdan, kendine özgü bir havası olan daracık sokaklara çıkarlar.”

6. Bilge Karasu (1930 – 1995) – Beyoğlu Üzerine Metin
Bilge Karasu’nun ölmeden önce Füsun Akatlı’ya teslim ettiği metinlerden oluşan Lağımlaranası Ya da Beyoğlu 1999’da yayınlandı. Füsun Akatlı şöyle diyor: “Bilge, ölümünü ütülü bir mendil gibi hep cebinde taşıyan bir insandı. Başladığı her yazıyı, her kitabı, bitiremeden ölmesi olasılığına karşı; sanki benim ondan çok yaşayacağımın garantisi varmış gibi, bana emanet ede ede yaşadı. Büyütemeden terk etmek zorunda kalacağı evladını, kurda kuşa yem olmasın diye, dostuna emanet eden sorumlu bir baba tedbirliliğiyle. Kitaptaki ana metnin adını kitap için kullandık. Bu, Bilge Karasu’nun, içinden bir yola çıktığı ve araya başka öyküler, başka metinler, romanlar girdiğinde ara verip sonra aynı yola yeniden taş döşemeye başladığı bir çeşit büyük proje. İzleri başka kitaplarında da yer yer bulunabilecek bu projeden, aramızda şaka ile opus magnum diye söz ederdik. Oradan başka metinlerine, başka metinlerinden oraya su taşıdı durdu.”

Karasu kitapta lağımlaranası olarak adlandırdığı Beyoğlu semtini “Eski her büyük şehrin, neredeyse temeli atılırken açılmış lağımının, ana lağımının yanı sıra, büyümenin her zaman daha çok istemenin yavaş yavaş oyup açtığı bir düş döküntüsü, istek artıkları yatağı vardır. Beyoğlu böyle akaklardan biridir. Bir düşkünlük söylencesidir” diye nitelendirir.
“Rastgele bir çukurundan başlamak düşüncesi, tortulardan yola çıkmak değil. Bu çukurlardaki tortu değil demiştim zaten. Durmadan kıpraşan, oynayan, inip çıkan yorgunluklar, bir uykuluk devimsizlikler var ana damardan, omurgadan inip alçalarak, daralarak, dikleşerek, taşları dağılarak koyaklara, eski dere yataklarına kansan bu çukur sokaklarda. İndikçe, radyoların, pikaplardaki plakların daha bağırgan, şarkıların daha yanık, oyun havalarının daha deli deli olup dışarı uğradığı pencereler, küf kokularını bastırmaya uğraşırcasına günde bir iki öğün kızartma kokuları, ızgara kokuları kusar yaz günlerinde. Acı çeken bağırır, sevinen bağırır, çekişenler bağırır. Herkes herkesin penceresinden içeri bakar oturduğu yerde. Bu yüzden de kimse kimseyi gerçekten kınayamaz, kınar görünse de. Arnavut kaldırımlarından parke taşlarına, parkelerden asfaltlara yükselen devimi tersine doğru inen gecelerle susulmaz, durulmaz, uyunmaz. Sokak adlarına bağlanmadan kimi bir çiçeği, bir yemişi, karanfil, ahududu, ayva, bir şehri Bursa, bir kişiyi tarih midir, değil midir kestirilemez artık Tomtom Kaptan, Halepli Bekir, Hasnun Galip, bir ağacı Abanoz, bir işi, bir dükkanı Karanlık Bakkal gösterir, kimi çağrışımlarıyla anlamını yitirir Pelesenk, Kalyoncukulluğu kimi bir savutu ölmezleştirir, Altıpatlar, kimi ise eskimişliğinde güldürücüdür, Tarlabaşı kimi daha kutsal bir özellik taşıdığı gibi Çukurcuma Camii ne var ki, hepsi, kendine göre bir özellik yontmuştur adsızlık taşından evler seçmeli derim, içindekilerle birlikte evleri seçmeli derim, birtakım şeyleri anlatabilmek için.”

7. Demir Özlü (1935 – ) – Beyoğlu’nda Bir Öğle Vakti
Demir Özlü’nün 1993 yılında basılan İstanbul Büyüsü adlı öykü kitabı çeşitli tarihlerde yazılmış, İstanbul’la ilgili 15 öyküden oluşuyor. Kimi öykülerde İstanbul’un semtleri, kiliseleri, caddeleri ayrıntılı bir şekilde uzun uzadıya betimlenmiş. İstanbul, kimi öykülerde öykünün kahramanı olmuşken kimilerinde arka planda kalmış olsa da bir şekilde hep öykünün içerisinde. Özlü’nün öykülerinde insanı sürükleyen, merak uyandıran bir anlatı söz konusu değil, sıradan şeyler anlatılıyor. Beyoğlu’nda Bir Öğle Vaktinde ise sıradan bir Beyoğlu öğleden sonrası anlatılıyor.
“Caddede öğle vaktinin kalabalığı vardı. Akşamüzerine doğru, gittikçe sayısı artacak bir kalabalık. Markiz Pastanesi’nin örtülü kapısından, içeride oturan insanlar görünüyordu. Şapkası başında bir kadın omlete benzeyen bir şeyler yiyordu. Güneş, caddeyi, kaldırımları kurutmuştu; rüzgarla savrulmaya hazır, ince bir toz tabakası vardı şimdi kaldırımlarda. Bakımsız Beyoğlu’nun, Tünel’in yapılarının çatılarından sıvaları dökülen bölümlerinden sızan, eski, yitip giden kentlere özgü bir toz. Altın sarısı bir toz. “Aslında durumu seziyorum” dedi kız kardeş. “Anjeliki, bir iki yıl sonra emekli olacak. Ve sadece, yalnız çok yalnız bir hayat bekliyor onu.” Durdu, sonra “Beyoğlu’nda yalnız bir hayat.” Adam yıllarca öncesini, buradaki küçük geçitlerden birini düşündü. Olivo Geçidi’ni… Orada sık sık misafir gittiği bir evi. Genç, kıvırcık saçlı bir ressamı. Birlikte yaşadıkları, sonradan yazar olan uzunca boylu bir kadını. Evin sokağa dördüncü kattan bakan penceresini.”

8. Tezer Özlü (1943 – 1986) – Café Boulevard
Tezer Özlü’nün 1964 ile 1982 arasında yazdığı öykülerinden oluşan iki kitapta, yazarın otobiyografik olarak nitelendirilen öyküleri yer alıyor. Aslında Cafe Boulevard adlı öykü 1978 yılında yayınlanan Eski Bahçe’de yer alıyor. Daha sonra 1987 yılında tüm öyküleri Eski Bahçe Eski Sevgi başlığıyla yayınlanmıştır. Eski Bahçe’deki öykülerde fazlasıyla ölüm konusu işlenmiş. Kitabın yazım yıllarına bakılırsa Tezer Özlü’nün ilk intihar girişiminden sonrasına denk geliyor. 1973 yılını anlatan Café Boulevard, içten ve gerçekçi anlatımı, olaylardan ve kişilerden çok bir mekanın birleştirici özelliğine vurgu yapılması, satır aralarında iki farklı kesimden insanların karşılaştırılması ve dönemin siyasi özelliklerinin insanlar üzerindeki olumsuz etkisine değinilmesi gibi özellikleriyle Tezer Özlü’nün en başarılı öykülerinden biri olarak kabul edilebilir. Daha önce yazdığı öykülerde, olaylar Özlü’nün yaşamından derin izler taşıyan bir anlatıcı etrafında şekillenirken Café Boulevard’da yine kahraman anlatıcı kullanılmasına rağmen, anlatıcının gözlemcilik niteliği ön plandadır. Öyküde doğrudan kişilere değil, bir mekana odaklanılmıştır.
“Café Boulevard’a İstanbul’un her yanından gidilir, ama ben bu mahalleden gelip geçerek giderim. Günün ayrı saatlerinde ya da yılın ayrı aylarında bu yolların görüntüsü hiç değişmez. Boyacı gene ordadır. Şoförler gene hazır bekler, ütücü de durmadan kolalar. Yokuş bitip, Taksim Alanı geçilince, Cumhuriyet Caddesi başında Cate Boulevard’a varılır. Ama bu kahve, kışın kahve salonu, yazın dışa taşan masa ve sandalyelerin konulduğu alanda değil de, kırk elli metre öndeki postanenin de elli metre kadar öncesinden başlar ve aynı boyutlarda dört bir yöne ve yüksekliğe yayılır. Yani Café Boulevard müşterileri kahvenin öncesinde, ilerisinde, karşısında, hatta beş altı metre yükseklikteki park duvarlarında, kahvenin çatısına dikilir, oturur, yere serilir ya da beklerler. Burada da ayakkabı boyacıları vardır. Bunların sandıklarının üzerinde satılık bir iki paket filtreli sigara da bulunur. İstanbul’un bu beşyüz metre karelik köşesinde insanların görünüşü Türkiye’nin diğer kö­şelerindeki insanlara pek benzemez. Burada insanlar zorunlu olmadan, isteyerek yığın kitleler halinde bulunurlar. Bu kalabalıktan kimse yakınmaz. Bu liman, havaalanı, ya da istasyon kalabalığı değildir. Beklenen bir şey yoktur. Amaç eğlence, insan seyri, bakmak ve bakışları çekmektir. En boyalı kadın yüzleri, sırtı en açık kadın giysileri, en açık, en küçük, en büyük memeler, en bol paçalı pantalonlar, şakaklarına berberde kır saçlar attırmış, topuklu pabuçlu erkekler, ayakkabı yükseklikleri etek boylarını geçen kızlar hep buradadır.”

9. Nazlı Eray (1945 – ) – Mösyö Hristo
Rüya ile gerçeğin, değişik mekanlar ile zaman dilimlerinin iç içe geçtiği eğlenceli metinleriyle Nazlı Eray, fantastiği okurlara sevdirmiş ve ilgi çekici bir anlatı olarak sunmuştur. Öte yandan Eray’ın metinlerindeki fantastik unsurların büyülü gerçekçi olup olmadığı da sıklıkla tartışılmıştır. Şöyle bir tanımlama daha doğru olur, Eray öykülerini çoğunlukla büyülü gerçeklik ve fantastik unsurları birleştirerek yazmıştır. Mösyö Hristo’nun da yer aldığı Ah Bayım Ah adlı ilk öykü kitabı 1975 yılında yayınlandı.
Nazlı Eray bu kitabıyla ilgili şöyle diyor: “1959’da yayınlanan Mösyö Hristo, ilk öyküm ve öykü kahramanım. Güvercin olup, bütün bir gün boyunca Pera’nın üstünde uçan ve yaşamının muhasebesini yapan bir kapıcı. En unutulmayan kahramanlarımdan birisi o. Gerçekti Mösyö Hristo. Aşağıda, kapıcı dairesinde yaşayan bir adamdı. İleride, benim yazın hayatımda bu kadar önemli bir yerde olacağını düşünebilir miydi acaba? Sanmıyorum. 16 yaşında bir çocuktum, etkilemişti bu yaşlı kapıcının hayattan fırlayıp, özgürlüğüne kavuşmak isteği. Hissetmiştim bunu. Onun bunalımını, o kapıcı dairesine sıkışmışlığını, kaldırıma bakan basık penceredeki pembe çiçekli, saksıdaki begonyayı. Onu her sabah sulardı Mösyö Hristo. İşte böyle çıkıyor roman veya öykü kahramanlarım. İlk öykü, ilk kahraman… Onun için Mösyö Hristo çok önemli benim için. Büyülü gerçekçi çizgimin başlangıcıdır o.”

“Bu sırada, Mösyö Hristo, Yüksekkaldırım’ın üstünden Tünel’e doğru uçmaktaydı. Nereye uçtuğunu kendi de bilmiyordu. Kanatları nereye götürürse oraya gidiyordu. Özgürdü, mutluydu, kendini kırk yaş gençleşmiş hissediyordu. Madam Marina bir an için bile aklına gelmemişti. Tünel’e gelince, ne yana uçacağına karar vermek için duraladı. Şişli Nişantaşı dolmuş durağının tabelasına kondu. Mösyö Hristo konduğu yerden kararsızlıkla otobüs durağındaki insanlara bakarken, yanına iki tane genç güvercin konup geçim derdinden konuşmaya başladı. Mösyö Hristo yaşlı adamdı, nedense utandı. Beyoğlu tarafına olanca gücüyle uçmaya başladı. Saat iki buçuk olup da Mösyö Hristo görünmeyince, Madam Marina oldukça endişelendi.
“Bu saate kadar kahvede acaba ne yapar?” diye söylenerek dışarıya çıktı. Kahveden hafif bir müzik sesi geliyordu. İçerisi dumanlıydı, pek bir şey görünmüyordu. Kaldırımda Özgül’ün ağabeyi Recep top oynuyordu. Madam Marina Recep’i yanına çağırdı: “Yavrum girip bir bakıver, Hristo amcan içeride mi?” Recep kahveye girip bir iki kez “Mösyö Hristo!” diye seslendi. Sonunda köşede tavla oynayan kapıcı Recai Efendi “Mösyö Hristo bugün gelmedi oğlum” dedi.”

10. Erendiz Atasü (1947 – ) – Toz
Hikaye, roman ve deneme türlerinde eser veren Erendiz Atasü, edebiyat dünyasına öyküyle giriş yapmıştır. Yazarın dördüncü hikaye kitabı Onunla Güzeldim 1992 yılında basılmıştır. Feminist bir yazar olan Atasü, bu öykülerde kendi yaşamından da izler taşıyan kadınlığı, yalnızlığı ve toplum içinde kadın olma hallerini, kadın erkek ilişkilerini, cinselliği yalın bir şekilde irdeler.
Erendiz Atasü, Onunla Güzeldim’de yer alan, Toz’da aynı mekanın zaman içinde olumsuz yönde nasıl değiştiğini aşamalı bir şekilde anlatır. Bir kadının bakış açısıyla, onun küçük bir kız çocuğu iken anne babasıyla geldiği İstiklal Caddesi’nin zamanla geçirdiği değişim ortaya koyar. Öyküde bir cadde aracılığıyla toplumsal değişme, tarihi dokunun ve dilin bozulması, geçmişin unutulması gözler önüne serilir.
“Genç kız İstiklal Caddesi boyunca yürüyordu, arkadaşlarıyla birlikte. Törenselliği tüketilmiş, bilinen yanlarıyla yetinilen, bilinmeyenleri öğretilmek istenmeyen (caddeye açılan karanlık, rutubetli yokuşlar, gizemli, ama itici)… Gözünü sinema afişlerinden ayıramıyor. Hangisine gitmeli… Sinemalar sinemalar… Düşle gerçek, yalnızlık ve çoğulluk…Vitrinlere bakmalı… Param yeter mi acaba… Çiçek Pasajı’nda bira içmeden, kokoreç yemeden geçirilen bir İstanbul seyahati, kendini bilen hiçbir Ankara üniversite öğrencisine yakışmaz. Yaşanan gençliğin bencil coşkusudur. Mekan kimin umurunda. Baylan, Hay Layf kapanmış, ne gam, muhallebiciler var ya. Karalar giyen dul madamlar ölmüş. Vitrin camlarına çarpıp dökülen sözcükler, şive şive Türkçe… Kimin umurunda… Karanlık çökmeden uzaklaşmalı adı kötüye çıkmış İstiklal Caddesi’nden. Geçmişin hortlağı… Makyajı bozulmuş, kirli çamaşırları ortaya dökülmüş yosma… Kapitalizmin, emperyalizmin artığı…”

11. Hulki Aktunç (1949 – 2011) – Beyoğlu’nun Kirli Tarihi
Hulki Aktunç, çok yönlü bir sanatçıdır. Şairlik, yazarlık, ressamlık gibi alanlarda eserler vermiştir. Türk öykücülüğüne üslubuyla farklı bir bakış açısı kazandırmıştır. Öykülerinde gelenek ve geleceğe ait unsurları başarılı bir şekilde sentezleyerek öykülerinin çok yönlü bir yapı kazanmasına olanak sağlamıştır. 15-16 Haziran 1970’te büyük bir yürüyüş ve fabrikalarda direnişlerle başlayan Türkiye tarihindeki en büyük işçi eylemi gerçekleşmiştir. Hulki Aktunç’un 1977 yılında yayınlanan öykü kitabı Kurtarılmış Haziran, ismini bu işçi hareketinden alır, zaten kitabın içindeki öykülerin konusu 15-16 Haziran işçi hareketleri ile ilgili. Hulki Aktunç, Kurtarılmış Haziran?’ın ilk öyküsü ?Beyoğlu?’nun Kirli Tarihi?’nde, Beyoğlu?’nu ve bankerler çevresindeki kirli oluşumları anlatırken, ?buraya gelebilecekler mi? sorusunu farklı dillerde sorup, hareketin gelişmesini habercilerin ve haberlerin anlatımıyla verir.
“Öncesini sonrasını düşünmeye ramak yoktu. Sis içinde elleriyle ceplerini yoklayarak var olmuşlardı. Bu türeyiş ne de göz yaşartıcıydı. Kızışırlar, çoğalırlar, önce kendi tohumlarını yerler. Sonra çoğu gelir bu caddelerde, bu tozlu yapıların içinde, büyük büyük otellerde, birer mimari anıtı olan iş merkezlerinde toplanırlar ve el sıkışırlardı. Gerçi Cadde-i Kebir hiçbir zaman iş dünyası olmadı ama buradan çok çok şeyler yönetildi. Diyelim eteklikleri, pantalonları, diyelim sesleri, davranışları yönetildi insanların. Ankara bilem buradan yönetildi. Ya Düyun-u Umumiye, ya Union-Française, ya da Osmanlı Bankası nereden yönetildi? Ya altın sesleri içinde öksüren İgnace Corpi’nin oturmak için yaptırdığı saray yavrusuna Amerikan Büyükelçiliği ne zaman taşındı? Bütün bunlar olarak, orayı da yapmadı mı? Ey okur, bunlar ve bunların yaptığı Beyoğlu hiç küçük soru sorar mı? Mağazaların, muhallebicilerin ve pastanelerin, içkievlerinin, irirli ufaklı atölyelerin insanları da başlarını kapılarından dışarıya çıkardılar. Bir gürültü olunca, bir egzoz patlayınca başlarını dışarı çıkardılar.”