https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
Genç öykücülerimizden Ezgi Polat ile Can Yayınları’ndan çıkan kitabı ”Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda” hakkında detaylı bir söyleşi yaptık. Her zaman ki zerafeti ile bizleri yanıtlayan Ezgi Polat’ a teşekkür eder sizlere de  keyifli okumalar dileriz.

1. İlk öykü ENCANTADO’ da kadın erkek ilişkisi, erkin kadın üzerindeki tahakkümü üzerinden oldukça naif bir bakış açısıyla irdelenmiş. Pembe Yunus hikâyesi üzerinden okurlara farklı bir intikam lezzeti sunmuşsun. Encandato’nun yaratım süreci, zihninde ilk doğumu nasıl oldu?  Ve öyküde geçen şarkının senin için özel bir yeri var mı? Belki özel bir soru bu ancak öykünü okurken bizlerin hikâyenle işitsel olarak ta bütünleşmesine katkısı olduğu yadsınamaz.

 
Yıllar önce Bozburun’da Pembe Yunus Pansiyon’da kalmıştım. Daha önce pembe yunusların varlığından haberdar değildim ve ilgimi çekmişti. Hemen araştırdım. Gerçekten varlardı, büyüleyici güzellikteydiler. Bunlara Amazon nehir yunusu da deniyor. Sonra öykümde de geçen mitolijik hikayeyi okudum. Geleneksel Amazon Nehri mitolojisinde yunus geceleri yakışıklı bir erkeğe dönüşüyor, kızları baştan çıkararak hamile bırakıyor ve sabah tekrar nehre dönerek yunusa dönüşüyor. Bu yunusadamlara Brezilya’da encantado deniyor. Bu metafor yıllar sonra böyle bir öykü kurmaya itti beni, ya da kurduğum öykünün içinde kendine bir yer edindi. Bilmiyorum. Sınırlar keskin değil.
 
Müzik benim için özel bir yerde. O yüzden yazarken müzik dinlemem çünkü insan ruhunu ve bedenini tamamen verdiği iki şeyi aynı anda yapamaz. Diş fırçalarken etrafı toplayabilir, telefonla konuşabilir aynı zamanda müzik de dinleyebilirim ama yazarken müzik dinleyemem. Bazen yazmayı bırakır, o şarkı hangisiyse onu dinler, kaldığım yerden devam ederim. Bu hayal gücümü tetikleyen bir şey. Ama bahsettiğin şarkının benim için özel bir yeri yok. Sevdiğim bir şarkı o kadar. Yazdığım öykünün şarkısını bana getiren kuracağım atmosfer olur genelde. O kendini bulur, bana da ritmi buldurur. Tamamen sezgisel bir şey. 
 
2. İkinci öykün ŞEKER KAMIŞI’ nın kahramanı (pedofil olduğunu hissediyoruz) okurda öfke hissi yaratırken aynı zamanda da okuru onun gözünden bakmaya yönlendirerek (anlatıcının 1.tekil şahıs olması ve örtülü bir dil kullanmandan kaynaklanıyor) onun içinde bulunduğu ruh halini anlamlandırmak için çaba sarf etmeye zorluyor. 
Toplumun bu günlerde pedofili/çocuk tacizi haberleriyle daha da sıkça yüzleşmek durumunda kaldığı günlerden geçiyoruz. Bu tarz öyküler yazmak biraz cesaret ister. Bir yazar olarak parçası olduğun toplumda yaşanan olumsuzluklara dikkat çekmek gibi bir misyonun olması gerektiğine inanıyor musun? Ezgi’nin böyle bir amacı var mı? Yoksa Ezgi sadece nitelikli edebiyat yapmanın peşinde mi? Edebiyatın dönüştürücü, iyileştirici gücüne inanıyor musun? 
 
Yazan birinin kendine misyon edinmesi gereken tek şey iyi yazmaya çalışmaktır bana kalırsa. Düşünen, neler olup bittiğine kafa yoran bir insanın gördüğü aksaklıkları kağıda dökmemesi mümkün değil zaten. Nihayetinde yazmak başlı başına bir eylem, bir başkaldırış. Ama iş bir şeylerin yaygarasını yapmaya dönüşünce sanki biraz görme bozukluğu oluşuyor ve bu kez başka şeyler, olması gereken esas şeyler eksik kalıyor. Edebiyatın herkes için dönüştürücü ve iyileştirici olduğunu söyleyemeyiz ama iletken oluğunu söyleyebiliriz. Karşıdaki bunu almak için hazırsa ve metin iyi yazılmışsa. İyi bir metnin iletim gücü de kuvvetlidir. Ve bu bir dönüşüm yaratabilir. Ama benim canımı sıkan şey bir başkasının gerçekten hoşuna gidiyorsa yazdıklarım o kişi için bir anlam ifade etmez. İkilik her zaman olacak, kötülük her zaman olacak, adaletsizlik her zaman olacak. Bunlar insanoğlunun yarattığı, bizim anlattığımız şeyler. Herkesi dönüştüremeyiz, herkesi iyileştiremeyiz. İyi bile olsa, tek tip bir toplum istenci otoriterdir. Çelişkiler hep olacak, olmalı da, sanat bunlardan beslenir. Ama belki bir yerlerde bir kişinin içine dokunup geçeceğiz, belki bir başkasını çok derinden etkileyecek yaşama, olaylara bakışını değiştireceğiz, belki de iki cümle okuyup sinirlenip kenara atacaklar. Yazarken bunları düşünmemeliyiz. Evet edebiyat aynı zamanda politiktir de, ama yazarlar politikacı değildirler, her ne kadar iyi yalancılar olsalar da.
 
3. GELECEKSEN GEL SEN DE
Gecenin bir yarısı duyulan tekinsiz tıkırtı ve yağmurlu olacağı beklenen yeni bir gün üzerinden sevgilisini terk etmiş bir kadının yalnızlığını anlatmışsın. İlişkiye dair alışkanlıklarını, belki Murat geri döner özlemini, hayır dönmez o diyerek kendi iç sesiyle çatışmasını, kafa tutmalarını ve yenilgi anlarını.  
İnsan hayatında alışkanlıklar ne kadar önemlidir? Bir ilişkinin devam ettirilip, sonlandırılmasında belirleyici olabilir mi alışkanlıklarımız, korkularımız, küçük büyük bahanelerimiz? 
 
Sahip olduğumuz ilişkileri, onların yaşanış biçimlerini, sürdürülebilirliklerini genellikle alışkanlıklarımız belirliyor. Tehlikeli sınırlara girmediği müddetçe çok olağan, insani bir süreç aslında. Bir analiz yapılsa insanların birçoğunun ilişkilerini yalnızca alışkanlıktan sürdürdüğü tespit edilebilir. Çünkü alışkın olduğumuz şey güvenlidir. Öbür ihtimal risklidir ve risk almayı herkes sevmez. Bilinmeyen şeyler insanı korkutur. Tabii bu doğal olandan epey uzaklaşmış hastalıklı düşünme biçiminin toplumun değer yargıları ve yetiştirilme biçimimizle de yakından alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de kadın ile erkeğin yetiştiriliş biçimindeki farklılıklarla. Baskılar, yaftalamalar ve yaşamımız boyunca bizlere aşılanmış korkuların en hazin sonuçları birey olamama ve özgür düşünememe bana kalırsa. Beynin bu durumda yaptığı ilk şey kendini kandırmak ve bahaneler uydurmak. Memnun olmuyoruz aslında, adapte oluyoruz. Bizden istenen de bu. Mutlu olmamız değil, alışmamız, adapte olmamız. Gelinlikle gitti, kefeniyle gelsin, diyorlar. Boşanacağına cesedin gelsin, diyorlar. Adın çıkacağına canın çıksın, diyorlar. Yalnızlığın derin sularında yüzmeyi beceremeyenler, boğulacağından korkanlar, kıyıdan ayrılmanı istemiyorlar. Kıyı güvenli. Orada nasıl olsa birileri var, kim oldukları önemli değil. İşte bu minvalde sorgulamaların sonucunda karakter çıldırıyor, Canım çıkacağına adım çıksın, diyor. Haklı da.
 
4. SUSULACAK NE ÇOK ŞEY VAR ARAMIZDA
Gelelim kitabına adını da veren öyküne. İlk sorum neden isim annen bu öykü, senin için özel bir yeri var mı?
İpek, Oktay ve Sedat’ ın hikâyeleri.
 
“Yaşananlar da zamanla birlikte eriyor. Yok oluyor. Yok olmalı. Çünkü bize bir şeyden kurtulmanın en güzel yolunun onu yok etmek olduğu öğretildi hep.” diyor Sedat bir yerde.
 
Belki bize dikte edilen bu yöntem nedeniyle günümüzde ikili ilişkilerde çözüm üretmek yerine bir an önce o sorundan uzaklaşmaya çalışan, görmezden gelen, belki hiçe sayarak aslında düzeninin bozulmaması adına kendisini yok eden insanların varlığına daha sık rastlar olduk. Sonunda belki de kendi yarattığımız sorunların gölgesinde/ormanda kayboluyoruz, ardından da kaçınılmaz olarak düşüş geliyor.
 
Öyküdeki orman sahnesi belki tamamen bir imge olarak bile kalabilir. 
 
Öyküdeki İpek’in ve Sedat’ın kendi hayatlarında vazgeçemedikleri şey aslında sence ne olabilir? Neden değişmeye/değiştirmeye cesaret edemiyorlar ve susmayı tercih ediyorlar?
 
Benim için özel bir yeri yok. Ses akışı güzel ve anlam olarak da bütüne yakıştığını, uygun olduğunu düşünüyorum. Genelde isim bulmakta çok zorlanmam ama bu öykünün ismi defalarca değişti. Epey zorlandım. En sonunda bir anda bu isim çıktı, aradığım şeyi bulduğumu düşündüm, sanki kitaptaki bütün öyküleri kapsıyordu.
 
Evet, birbirini uzun zamandır tanıyan üç insan doğanın içine girdikçe var olan yaşamlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini sorguluyorlar, kayboldukça özgürleşiyor, yeni bir öz keşfediyor, çırılçıplak kalıyorlar. Sorgulamayan, bir türlü farkına varamayan karakterin durumu belli. Farkına varanlar da bu farkındalığın onlara yetmeyeceğini, şeylerin bir süre sonra biçim değiştireceğini ve nihayetinde birbirine benzeyeceğini biliyor, yaşamaya böyle devam ediyorlar. Kaçış da değil kabulleniş de. Bir tür arafta kalma hali aslında. Ellerindekini özel kılmaya yetecek güçleri yok aslında. Bu düşünme biçimde elbette bazı etik değerlerin etkisi de söz konusu. Gerçeğin korkutucu olduğu durumlarda zihin bahaneler üretir, kabullenir, kaçar. Yüzleşmek her zaman zor ve korkutucudur. Karakterlerim iletişim kurmayı beceremeyen insanlar. Toplumsal altyapımızda var bu. Geçmişini kabullenemeyen, şeyleri olduğu haliyle benimsemeyi reddeden bir anlayış var. Göstermeyiz, söylemeyiz, ifade etmeyiz. İnkar eder ve inkar ettiğimiz biçimin doğru olduğunu iddia ederiz. Bunları genellikle yanlış ve yıkıcı bir biçimde yaparız. Tuhaf bastırılmışlıklarımız var. Neyle yüzleşebildik ki birbirimizle yüzleşebilelim.
 
5. SIKINTI
Annesi ile kızının rutin günlerinden bir kesit okuyoruz bu öyküde. Oysa altında bir kızın annesinden vazgeçmek isteyip vazgeçemeyişi kadar annesi gibi olma, onunla aynı kaderi paylaşma korkusu var biraz. 
 
“Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden durmayı. Hiç durduğumuz yok çünkü. İnsan bilmediği bir şeyin özlemini çeker mi? Ne bileyim ben.” diyor genç kız.  
 
Rutinimizi gerçekleştirirken aslında ne çok şey düşünüp ne çok şeyden korktuğumuza dair bir farkındalık yaratıyor öykü okurda. Ve belki Elektra kompleksinin yansımalarını. 
 
Kadın ya da erkek, karakterlerini yaratırken bilinçaltının dehlizlerindeki Oedipus-Elektra komplekslerinin etkisini dikkate alıyor musun? Sokaktaki insanda, iş hayatında, kendinde bu konuya dair gözlemlerin nelerdir?
 
Oedipus ve Elektra komplekslerini dışarıdan gözleyerek tanımlayamayız. Karşımızdaki kişinin yaşadıklarını, geçmişini, derinini bilmemiz gerek. İnsanları anlamaya önce kendimizden başlarız. Kendimizi ne kadar iyi tanıyabiliyorsak, bütün fenalıklarıyla, güzellikleriyle ve davranışlarımızın altında yatan sebepleriyle, başkalarının da içini o ölçüde görebilmeye başlarız. Hepimiz hastayız, hepimizin az ya da çok travmaları var ve bunların ardından geliştirdiği davranış biçimleri. Kendi hastalıklarımızı kabul edip onlarla yüzleşmemiz dış dünyaya karşı daha sağlıklı ve derinlikli bir bakış açısı yakalayabilmemizi sağlayacaktır. Her şeyi anlayamayız, her şeyi çözemeyiz, hepsini sınıflandıramayız. İnsan sayısı kadar maske var. Ama her seferinde biraz daha anlayabilmek için de yaşamak var. Öğreniyoruz. Öğreniyorum. Elimden geldiğince. Bir tanıyla sınırlandırarak değil, herkesi kendi özelinde anlamaya, yaptıklarını, seçimlerini, geçmişlerini, amaçlarını göz önünde bulundurarak anlamaya, daha derinde bir yerlere varmaya çalışıyorum.
 
6. MARTİNİ ETKİSİ
Betimlemenin öne çıktığı bu öykünde okuyucu sade, akıcı anlatımı sayesinde Aras ve Engin’le birlikte dalış yapıyor. Denizin dibindeki mağaranın hikâyesine, tanık olduğumuz derinlik sarhoşluğu anına değinmeyeceğim. Tadına doyum olmayan bir öykü olmuş kalemine sağlık diyorum.
Teşekkür ederim.
7. KUMSALDA AYAK İZLERİN
Esin, kız kardeşi Rüya, Aleko’ nun hikâyesine tanık oluyoruz.
Henry Miller’ ın yasaklı Oğlak Dönencesi kitabı aracılığıyla evlilik dışı ilişkilerin hâlâ tabu olduğu hatırlatılıyor. Belki de bundan da kötüsü ırkçılığın süregeldiği. Bazı şeylerinse maalesef  saklanması gerektiği belki. Aleko dönmüş olabilir mi?
Elbette bu bir ihtimal ama benim üzerinde pek durmadığım bir ihtimal. Olursa da muhakkak başka bir öykü olur. Bu öykünün sonunda Aleko’nun dönmesi bana göre fazla romantik. Birçok senaryo üretilebilir ama üzerinde durulan şey bu değil. Önemli olan Aleko’nun zorla gönderilmesi. Ve onun gibi daha nicelerinin. Bu insanlar sıkışmışlıklarıyla var, değiştirmek zorunda kaldıkları yaşamlarıyla.
8. PARISIENNE
Yumuşamıştık. “Şerefine içilecek çok şeyimiz olduğunu hissettim bir an.” diyor karakterimiz öykünün bir yerinde.
Özlemek, öfke, ölüm, suçluluk duygusu. Zamansız gelen zorunlu ayrıkların insan ruhunda açtığı derin yara. Gerçekten, hâlâ hayattayken şerefine içilecek çok şeyimiz var. 
Neden kötürüm ilişkilerimizi sürdürmekte ısrar ederiz?
Bu hastalıklı durum içinde yaşanırken anlaşılan bir şey değil ki. Andayken yalnızca isteriz. Salt duygularla yönetiliriz. Durup düşünmeyiz. Kaybetmekten korkan insanlar ufuktaki kaybın acısını yaşamamak için zehir zemberek bir hayatın içinde kalmayı isteyebilir. Bu insanlar için ilişki artık nesneleşmiş, hatta elde tutmanın bir başarı olarak görüldüğü bir tür bağımlılık haline gelmiştir. Böyle durumlarda gerçeği görmek için zaman gerekir. 
 
Başka Yolu Yok Anladım, Sen İyi Ol Diye, Lekeli Akıntılar, Oyuklar, Burada Tükeneceğim
 
Sorumsuz ebeveynler, kuşak farkından kaynaklı çatışmalar, güvensizlikler, pişmanlıklar. İnsana dair ne varsa ucundan kıyısından dokunan öyküler. 
 
Tüm bunları yazabilmek için insana dair olanı gerçekten tanımak, insanı anlamlandırmaya çalışmış olmak yani kısaca yaşama emek katmak gerekiyor. Öykülerindeki samimiyet gerçeklik duygusunun öne çıkmasına ve karakterlerine inanmamızı sağlıyor. 
 
Yazar adaylarımız için birkaç öneri almak istiyorum senden, yazmaya, okumaya, kayda değer şeyler üretmeye dair. Ve tabii ki Ezgi Polat’ın okumalarını salık vereceği yazar ve kitap isimleri.
 
Benim ilginç önerilerim, madde madde yazabileceğim bir listem yok. Tek diyebileceğim sabırla yazmak ve okumak. Kitap ve yazar önerisi vermek de zor. Bir öneri verilecekse bunun ne için ve neye göre olduğu önemli. Böyle olunca hangisini söyleyip hangisini dışarıda bırakacağımı kestiremiyorum. Birçok tür, birçok dönem var. Bu çok kişisel bir deneyim. Güncel edebiyatı, nerede neler yazıldığını takip etmek, klasikleri unutmamak ve okuma planının içinde kuramsal ve düşünsel eserleri de almak faydalı olabilir. En önemlisi iyi bir kitapla karşılaşınca yazarının neyi nasıl yazdığına dikkat ederek okumak, onu özümsemeye çalışmak.
 
Emeğine, kalemine, kalbine sağlık. Yeni kitabını dört gözle bekliyorum. Sevgilerimle,
 
Güzel yorumların ve soruların için teşekkür ederim. Çok keyifli bir söyleşiydi.

Söyleşi: Ebru Akkan