https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Topu havaya attığımda özgürlüğü, aşağıya düştüğündeyse sefaletimi görüyordum. Aldırmıyordum… Çocuktum… Mutluydum işte… 
Karanlık basana kadar sokakta topla, iple oynuyor, bazen de topladığım çerçöpü çamurla birleştirip çocukça tasarımlar yapıyordum. Birden çekip aldılar beni sokaktan. Büyümüşüm, okula gitmeliymişim. Yıkanıp paklandıktan sonra üzerime kara bir elbise giydirdiler adına önlük denilen. Çantam, defterim bir de kalemim vardı. Bindim abimin bisikletine, sarıldım sıkıca beline. Hareket edince bisiklet, fırıl fırıl döndü önündeki renkli fırıldak, arada bir çın çın sesiyle uyarıyordu önüne çıkanları. Meğer ne güzelmiş bisiklete binmek, demek bisiklete binmek için okula gitmek gerek… 
Okula gelince bahçede benim gibi giyinmiş bir sürü çocuk gördüm. Sıraya girip sınıfa geçtik. Oturduk sıralara… İçeri uzun boylu, heybetli bir adam girdi, sıraların arasında dolaşarak; “Ben sizin öğretmeninizim” dedi. Eyvah! Ne olacak şimdi? Ben sokağı özledim, burada durmak istemiyorum, öğretmen ve bu sıralar bütün özgürlüğümü kısıtlıyor. Yerimizden kalkmamalı, sus pus oturmalıymışız. Ama ben konuşmadan duramam ki… Oyun oynamak, diğer çocuklarla iletişim kurmak istiyordum, nasıl yapacağımı bilemesem de… Sağa baktım, sola baktım, konuşmak için önümdekini, yanımdakini dürtükledim, defterini, kalem kutusunu elledim… Kıpır kıpır olduğumu gören ve daha ilk günden bize A’yı öğretmek isteyen öğretmen yanıma gelerek o kocaman elini suratıma yapıştırdı… Neye uğradığımı şaşırmıştım. Off, o ne acıydı be… O ne utanç verici bir durumdu… Yanağım alev alev yanmaya başladı. Sanırım öğretmenin beş parmağı yanağımda kalmıştı. Daha ilk günden A’yı olmasa da anyayı Konya’yı öğrenmiştim. 
O gün eve kırmızı bir yanak ve öfke dolu duygularla döndüm. Çantamı odanın ortasına savururken, bir daha okula gitmeyeceğim diye haykırıyordum. Hıçkırıklara boğularak ağladım… Ağladım… Kimse üzüntümü dindiremiyordu ne annem, ne ablam, ne de babam. Bir daha okula gitmeyeceğim…
Sonra beni başka okula gitmeye ikna ettiler. Şeker ilkokuluna. İsmi güzeldi, abim ve ablalarım da o okula gitmişlerdi, okuldan övgüyle söz ediyorlardı. Ertesi gün korkarak, çekinerek Şeker okuluna gittim. Abim beni çekeleyerek sınıfa götürdü, kapıda öğretmene teslim etti. Öğretmen hafif tombiş bir kadındı. Saçları gibi sarı olan ince kaşları çatılmış, beyaz olan yüzünde bir memnuniyetsizlik ifadesi vardı. Arka sırada boş olan yere oturmamı söyledi. Yanına oturduğum arkadaşın da saçları benim gibi siyah ve örgülüydü. Acaba onun annesi de aynı maniyi mi söylüyordu saçları çabuk uzasın diye, “Ay da yılaç, senede kulaç gel bu kızın topuğunu geç.” Gülümseyerek baktı bana, sanırım artık yalnız oturmayacak diye seviniyordu. 
Bir de Ufuk vardı öğretmenin gözdesi, en önde oturan. Öğretmen en çok onunla konuşuyor, konuşurken de gülümsüyordu. Keşke bana da gülse… Tahtaya yazı yazmaya, en çok onu çağırıyordu. Bazen de Zuhal ve Sedef’i… E, elbette onların ismi Emine, Hüsniye, Fatma değildi. Onların ismi daha güzel, yüzleri de daha parlaktı. Onların annesi daha şık giyiniyordu. Öğretmen onların annesiyle tatlı tatlı konuşur, yüzlerine gülümserdi. Bizim annelerimize ise hep şikayet hep şikayet. Tembelmişiz…                                    
Neyse ki yılsonuna kadar sesli harfleri sessiz harflere bağlamayı becerip, okuma yazmayı öğrenmiştim. İkinci sınıfa geçtiğimizdeyse kerrat cetveli çıktı önümüze. Of be ezberleyemiyorum, unutuyorum işte, yok mu bunun başka bir yolu… Neymiş efendim iki kere iki dört edermiş… Fakat öğretmen kafaya takmıştı,  herkes kerratı ezberleyecek diyor başka bir şey demiyordu. Nihayet bir gün sıra bana gelmişti, kalemi yere düşürme numarası da tutmamıştı. İkiler neyse de üçler de pek zorlanmıştım. Önümde duran defterimin arkasında yazılı olan çarpım tablosuna göz ucuyla bakıp söylemeye başladım. Fakat öğretmenin durumu fark etmesi fazla uzun sürmemişti ki yavaş yavaş bana doğru yaklaşıyordu. Kalbimin küt küt sesi tüm sınıfı kaplamıştı. Yanıma geldiğinde önce çarpım tablosuna sonra bana baktı kaşlarını çatarak. Gözlerimi yavaşça aşağıya indirdim. Ojeli, sivri tırnaklarıyla kulağımın memesini uyuşuncaya kadar ovuşturdu. Kulağımın acısını ta yüreğimde hissediyordum. Küçük düşmüş, rencide olmuştum. Tembelliğim de tescillenmişti, artık ne Ufuk’un, Zuhal’in, ne de Sedef’in yüzüne bakamıyordum. Gururumu kurtarmak için kendimi yaramazlığa verdim, yaşananları takmıyormuş gibi davranıyordum. Başka okula da gidemeyeceğime göre, mezun olmayı bekleyecektim. Hem bakarsın bir gün şansım döner, yüzüm parlar da öğretmen bana da gülümser. 
Keşke benim adım da Ufuk ve ya Zuhal olsaydı, neden Fatma koymuşlar ki… Teneffüste çocuklar, “Fatma göbek atma”  deyip dalga geçiyorlar. Anlamıyorum, beni üzmek hoşlarına mı gidiyor? Teneffüslerde müstahdemin sattığı simitlerden alabilmek için sıraya geçerdik. Tam alamasam da bazen yarım, bazen çeyrek simit alırdım. Olsun, alabiliyordum en azından… Ablam anlatırdı; parası yetmezmiş de ancak susamları alabilirmiş tepsinin dibinde kalan… 
Salı günleri başkaydı, okulu film seyretme heyecanı sarardı. Salonuna toplaşır müdürün beyaz perdeye yansıttığı Tarkan filmlerini izlerdik. Uzun saçlarını savuran Tarkan kostümlü adamın, bıyıkları arasından dökülen “Atıl kurt” sözleriyle harekete geçen kurt, yüreğimizde ne fırtınalar estirirdi. Gözlerimizi fal taşı gibi açarak izlediğimiz filmi sona erdiğinde hep birlikte alkışlardık. 
Okulda benzer günler birbirini kovalıyordu. O gün sınıfa giren öğretmenimiz “İsmini okuduğum çocuklar müdürün odasına gidecek” deyince şaşırdım… Çünkü ismi okunanlar arasında ben ve yanımda oturan Suzan da vardı. “Acaba müdür bizi niye çağırıyor ki… Bir kusur mu işledik?” Şaşkınlık birazda tatlı bir heyecanla müdür odasına gittik. Başka sınıflardan gelen çocuklarda ordaydı. Müdür şöyle dedi: “Çocuklar birazdan hep birlikte Sümerbank mağazasına, alışveriş yapmaya gideceğiz.”                                                                                                                                                                   Alışveriş mi? İyi ama neden? Nasıl? Birbirimize bakıştık şaşalayarak. Yüreğimiz heyecanla çarpmaya başladı. Galiba bu kez şans, bizden yanaydı. Gülüşerek, sevinç dolu otobüse bindik. Yolda giderken etrafı seyrediyor, bir yandan da yapacağımız alışverişin hayalini kuruyorduk. Keyifli geçen otobüs yolculuğumuz Sümerbank mağazasının önüne geldiğimizde son buldu. Mağaza çizgilisi,  ipeklisi, çiçeklisi, böceklisi rengarenk basmalar, havlular, tül perdelerle doluydu. Ne alacağız? Diye etrafa bakınırken bizi siyah, bağcıklı tek tip ayakkabıların olduğu bölüme götürdüler. Oradaki ayakkabılar arasından ayağımıza olanları seçip giymemizi istediler. Yere çömelip ayağımıza uyan numaraları araştırdık. Biraz uğraştıktan sonra herkes ayağına uyan ayakkabıları bulmuştu. Tek tip ayakkabıları giyince hepten tek tip olmuştuk. Gülmeye başladık ama nedense içimiz biraz buruktu… Eski ayakkabılarımızı orada bırakarak yeni ayakkabılarımızla otobüse bindik. Okula döndüğümüzde herkes kendi sınıfına gitti. Sınıfa girdiğimizden itibaren diğer çocuklar ders süresince ayakkabılarımıza bakıp durdular. Acaba neden bakıyorlardı? Yoksa kıskandılar mı? Neyse ki teneffüs zili çabuk çaldı. Bahçeye fırladık. Sınıfta tembel olsam da oyunda birinciydim. Bahçede tek tip ayakkabı giyen çocuklar hemen göze çarpıyordu. Birbirimize bakıyor ama hiç konuşmuyorduk. 
Yemekten, içmekten daha tatlı olan oyuna cebimizde taşıdığımız küçük sünger toplar eşlik ederdi. Cebimizin sık sık sökülmesine sebep olsa da bazen sınıfta zıplayıp sıraların arasında dolaşsa da öğretmen elimizden alsa da vazgeçilmezimizdi. Havaya dümdüz fırlatabilmek ve yere düşmeden kendi etrafımda ablam gibi on kere dönebilmek için ne çok çalışmıştım. On kez olmasa da yedi kez dönmeyi başarmıştım. Gökyüzü ve güneşte şahitti buna. Topu havaya fırlattığımda masmavi gökyüzü, pırıl pırıl gülümseyen güneşi, özgürce uçuşan kuşları, yere düştüğündeyse ayakkabılarımı, sefaleti görüyordum. Ama olsun, çocuktum, mutluydum işte…