“Gitmek cesaret ister ufaklık. Gideceğin yer neresi olursa olsun, sevdiklerinle arana mesafe girince varış yerinin hiçbir anlamı kalmaz. Vedalaşmak zor iştir biliyor musun? Oturursun geminin kıçına, bakarsın sevdiklerine, gittikçe ufalırlar, ufalırlar, kaybolurlar. O zaman anlarsın işte, vedalaşmak asıl kalana değil gidene koyar.”
…
Rina’nın son sahnesinde Erdal Tosun’un yaptığı bu konuşma yılın bu zamanı gelince döner durur kafamın içinde. Mandalinalar, kestaneler çıktı mı pazar yerine, bir hüzün alır beni. Bilirim ki gitmek vakti gelmiştir artık. Şimdi olduğum yer olmam gereken yer değildir. İnsanın büyümesi bazen birbirinden uzak mekanlar içinde birçok hayat sürmesi anlamına gelebiliyor. Valizlerce bir hayata tutunmak ki bu, bazen birinden diğerine gitmeyi gerektirebiliyor. O yüzden şimdi kıyafetleri makineye atıp sonra kurutup ardından ütüleyip valizlere yerleştirmem gerek. Kitaplar, defterler, kalemler, bardaklar hepsini toparlamam gerek. Alışmam daha çok alışmam gerek bu gitmelere.
Bazen evden ayrılmadan bir gün önce yeryüzünün hiçbir yerine ait değilmişim gibi hissederim. Yan oda da valizlerim, dışarıda sadece ihtiyacımı karşılayacak üç beş eşya, içimde çoktan derlenip toparlanmış ancak gitmek için vaktinin gelmesini bekleyen bir kalple diken üstünde gideceğim zamanı beklerim. Daha çok sarılırım ardımda bırakacağım her şeye çünkü bilirim ki tüm imkanlara rağmen mesafe bazı makulleri mümkün kılmaz. Hiçbir yeniçağ teknolojisi sevdiklerinin kalp atışını, başını koyacağın omzunu, güç alacağın ellerini sana rasyonel bir sonuçta sunamaz. Ve sen ne kadar çabalarsan çabala mesafenin izin verdiğinde daha fazlasına yetemezsin.
…
İlk uzun mesafe ayrılığını ablasının üniversiteye gidişiyle yaşayan bir çocuk olarak otobüs terminallerindeki o kalabalığa tahammülüm gözlerimden o ilk yaş süzülene kadar. Bu yüzden her nerden gideceksem kapıdan tek başıma çıkmayı isterim. Otogarlarda, havaalanlarında, tren garlarında ardında hatırı her zaman sayılabilecek sayıda insan bırakmak üzer beni. Ardımda bıraktığım yanıma alamadığım yanımdır ki bu yüzden bir parça daha eksilerek çıkarım her yola. Biraz gözyaşının kimseye zararı dokunmaz der, biraz ağlar sonra hüznümü kalbimin derinliklerine saklarım, yaşamak meselesini daha da ciddiye alabileyim diye.
İşte o vedaların birinde annemin ablamdan ilk ayrılışını hatırlıyorum, geçmiş odasına ağlıyordu sessiz sessiz. Bense en dirayetli halimle gülümsemiş, hiç ağlamamış ama çok miktarda yutkunmuştum kimseye çaktırmadan. 12 yaşımla masamın başına geçip, defterimi açıp şu satırları yazmıştım: “Saat üç kere çaldı, guguk kuşu gözlerimle kavuştu ve geçen o değil hep zaman oldu. Vakit tamam, yol uzar artık ben giderim. Geç değil guguk kuşu gösterince yüzünü yine geri dönerim.” Guguk kuşu yüzünü gösterdi, ablam geri döndü ve ben ağladığımı kimseye göstermeden her yıl gizli gizli mandalinaların çıkmasını bekledim. Sıra bana, mevsim mandalinalara geldiğindeyse olduğum her yerden gittim.