1984 yapımı olan Amadeus’un senaristi Peter Shaffer, yönetmeni ise Milos Forman’dır. Ken Kesey’in romanından uyarlanan, Guguk Kuşu (1975) filmiyle zihnimizde yer edinen Forman, farklı bir tarzda Amadeus’u dokumuştur. Wolfgang Amadeus Mozart’ın yaşamının bir bölümünü genele yayarak ele alan Forman, yaşamı boyunca Mozart’a kulak vermemiş birini de “Mozart Sevenler Grubu”na dahil edeceği iddiasını Amadeus ile sağlamıştır. Öyle ki bu iddiayı filmin her saniyesinde kendini hissettiren Mozart’ın müziği ve başrollerinde yer alan Tom Hulce ve F.Murray Abraham’ın muhteşem oyunculuklarını izleyecek -izlemiş- olan sizlerin de doğrulayacağını düşünüyorum. Sekiz dalda Oscar alarak ödüllere doymayan Forman, filmin girişinden son sahnesine kadar işlediği ruh tahlillerini izleyicinin sıkılmayarak, iki zıt karakterde kendisinden bir parça bulacağını ileri sürmekte. Bunu yaparken de kimi zaman Mozart’ın ani iniş çıkışlarında dâhiliğini; kimi zamansa Antoine Salieri’nin zaman tanımayan nöbetlerinin getirdiği deliliği ile harmanlamakta. Film boyunca delilik ve dâhiliği iki farklı kapta önümüze sunan Forman, bir kabın içine Tanrı’nın Mucizesini, diğerine ise Sönmüş Yıldızı koyarak, sönmüş yıldız olan Saliere’yi dile getiriyordu:
”Tanrı bu küçük adamın ellerinde şarkı söylüyordu.”
18. yüzyılın Müzisyenler Kentinde -Viyana’da-, varlığını bestelerine adayan Wolfgang’a, hastalıklı bir takıntıyla yaklaşan Antonio Salieri’nin kendi içindeki yolculuğu, filmde yoğun bir şekilde karşımıza çıkmakta. Bu yolculuk daha ilk sahnede, Antonie Saliere’nin yaşadığı ızdırabı, varlığını kaybettiği bir çocuğa haykırışı ile gözler önüne seriyor: ”Mozart! Mozart! Mozart! katilini bağışla itiraf ediyorum: Seni ben öldürdüm! Mozart! Katilini bağışla, beni bağışla Mozart..!”
İlk iki dakika içinde acı çeken bir adamın otuz iki yıllık vicdanına mağlupluğunu, vücudundaki şarap kırmızısı kanıyla izliyoruz. Bu sahnede hissettiğimiz belki de acıma duygusu. Ancak bizde ağır basan Mozart’a ne yapmış olabileceği. Hemen zihnimizi zorlayarak Mozart’ı, yaşamını ve hikâyeleriyle bir bütün oluşturan eserlerini anımsamaya başlıyoruz. Kulağımıza bize sormadan misafirliğe gelen Sihirli Flüt takılıyor; onu dinliyoruz. Peki şu adam da kim? Hafızamızda yeri var mı? Yok mu? Eğer yoksa o ismi unutmamaya hazır olun! Forman o ismi hafızamıza kazıyacak: Antoine Salieri. İlgili sahneden sonra tüm olanları kimi zaman kendine hak vererek, kimi zaman da af dileyerek hikâyeleştiren Antoine Salieri’den dinliyoruz.
Hikâyenin çıkış noktası, iki farklı çocukluğa, iki farklı babanın eşlik etmesi. Bir tarafta sevilmeyen bir çocuk, bir tarafta varlığıyla kabul edilen bir başka çocuk. Biri sokakta oyunlar oynayıp babasının direttiği yaşama katlanırken diğeri müzisyen olan babasının hocalığı ile ilk konçertosunu dört yaşında tamamlayıp yedi yaşında gerçekleştireceği senfonisine koşuyordu. Saleire’nin tutkuyla bağlandığı müziği yapabilmesinin önündeki tek engelin babası olduğunu düşünmesi ile Tanrı’dan bir ışık beklediği sırada babasını kaybetmesi onun için bir şükür kaynağı haline geliyordu. Mozart ise babasının başından beri desteklediği müziği ile aldığı her başarının arkasından babasına minnetlerini sunuyordu. Filmde Antoine, Mozart’ a göre daha sessiz, ortamına göre ağır hareket eden ve statü kavramına verdiği önemle karakterine şekil verirken; Mozart ise tam zıttı olarak neşeli, hareketli ve nerede tam olarak neyi dile getireceğini kestiremese de, müziği söz konusu olduğunda çok farklı bir benlik sunuyordu dinleyicisine. Ayrıca muzipliğini ve sakinliğini her fırsatta konuştaran Mozart’ı, filmde de işlenen, gerçekte de Francis Jameson Rowbotham’ın kitabınında yer bulan anısı, onu tanımamızda değerli bir örnek olacaktır;
“…Sarayda müziğini sergilediği bir günde, küçük Mozart’ı dinleyenler arasında ileride Fransa Kraliçesi olacak, Marie Antoinette de vardı. Prensesin sarayda bulunduğu bir gün, ayağı kayıp düşen küçük Mozartta yardıma giden Marie, daha önce duymadığı bir teşekkürle karşılaştı: ”Çok iyisin ve seninle evleneceğim!” Marie gülümseyerek: ”Niçin, lütfen?” diye sordu. Mozart, son derece ciddi bir ifade takınarak : ”Minnettarlıktan dolayı şüphesiz.” yanıtını verdi. Bu küçük çocuk nasıl oluyordu da, beylik cümleler kurabiliyordu? Yaşıtlarından farklı bir ruhu olduğu kesindi ama bu fark neydi? Bu ruh, çocukluğunu görkemli konserlere adarken birçok teste tabi tutulmuş, küçük omuzları bazen bir odada yalnızlığa itilerek beste yapması beklenmiş, bazen de senfonilerini babasının oluşturduğu düşünülerek kendisine inanılmamıştı. Tüm bunlara rağmen müziğe olan inancı daim kaldı. Filmde bahsettiğim bölüm tam anlamıyla yer almasa da, izleyiciyi Mozart’ı yakından tanımaya çağırıyor. Filmde genel anlamda yer alan renklerle boyandığımız ve klasik müziğe doyduğumuz sahnelerin birinde iki ruh sessiz bir çarpışma yaşadı.
Mozart müziğini kraliyetlere ve halka iletirken, Antoine bir yerlerde Tanrısına dua ediyordu: “Tanrım! Beni büyük bir besteci yap. İzin ver, müzik alanında ünlü olayım ve kendimle gurur duyayım. Beni dünyaca ünlü biri yap, sevgili Tanrım! Beni ölümsüz kıl. Ölümümden sonra insanlar bestelerim sayesinde adımı sonsuza dek ansınlar. Karşılığında sana saflığımı vereceğim. Bütün gayretimi, en derin tevazumu… Hem de hayatımın her anında!.. Amen.” Salieri’nin başından beri Tanrısının duasını duyduğunu söylemesi, doğru mudur bilinmez. Zannımca Forman, Salieri’nin üzerinde çizdiği tuvalde, insanın içindeki inanma isteğiyle dans ediyordu. Bu dansta arzı endam eden de hiç kuşkusuz Salieri oluyordu. Kimi zaman da Salieri bizdik!
İki farklı kabın çarpışması, Mozart’ın Müzisyenler Kentine gelmesiyle başladı. Salieri’nin tanıdığı Mozart’ı bedensel bir döküntüyle göreceği gece onun deyimiyle her şeyi değiştirdi. Salieri’nin kafasında kurduğu Mozart görüntüsüyle değil de hâl ve hareketleriyle karşılamıyordu.
”Gördüğüm Mozart değil, Tanrı’nın ta kendisi!”
Salieri’nin müzik alanında yükselmesi, hala bir şeylerin kendinde eksik olduğu düşüncesi ile beste yapmaya çalışırken önünde duran Tanrısına yalvarıyordu. Tanrı’dan çok şey beklemesi belki de onun sanatına engel oluyordu. Tam burada Salieri’nin Tanrı’ya olan güçlü bağı bizi şüpheye düşürüyor, belki de bu adamda Tanrı’ya karşı bir öfke saklanmış bekliyordu.
Salieri: ”Tanrı beni dilsiz yarattı!”
Mozart’la tanıştığı o gece, Mozart’taki görüntüyü ona yakıştırmaması doğru mudur? İllaki bir sanatçı dışarıdan bakıldığında anlaşılmalı mıdır? İşte sanatçı! Kıskançlığına ve istememesine rağmen Mozart’a hayran oluşu, Salieri’yi deliliğe sürüklüyordu. Farkında değildi. Notaları hep bir bütün olarak gören Mozart’ın anlattığı hikâyeleri ile, bestelerini yaparken eskiz kullanmak yerine orjinal halini tek bir kopyada yazıyor olması, yazdığı besteleri hissederek yaşaması, Salieri’nin yarattığı “görünüş ve yeteneğin uyumlu olma zorunluluğu” ile çelişiyordu. Salieri’nin zaman içerisinde Mozart’taki yeteneğin büyük olduğunu sezinlemesi ve Başpiskopos dahil herkesi etkilemeyi başarmasıyla yüzleşmesi, Tanrı’ya daha çok yakarmasına neden oluyor, belki de içindeki iyiliğe hâlâ ihtiyacı olduğunu gösteriyordu. Bu ihtiyaç Salieri’nin yeteneksiz olduğunu düşünmesinden kaynaklanmıyor fikrimce. Ancak Tanrı’nın yeryüzündeki sesi olmak istemesi, onun olanca kötülüğün içinde kaybolmasının kapısını aralıyordu.
Filmin en can alıcı sahnesi hikâyenin en başında Tanrı’sına aşık olan bir adamdan geliyordu: ”Bundan böyle seninle düşmanız! Sen ve ben, çünkü kendine ses olarak kibirli birini seçtin! Şehvet düşkünü, iğrenç ve tıfıl bir çocuğu. Bana da sadece onu tanıma yeteneği verdin! Çünkü sen adaletsizsin. Adaletsiz ve düşüncesiz. Seni dışlıyorum. Yemin ederim senin o kıymetli varlığına elimden gelen her türlü kötülüğü yapacağım!” Forman işte tam bu noktada, doğumundan beri inancıyla övünen adamı, Tanrı tanımazlıkla karşımıza çıkarıyordu. İzleyici olarak yaşadığımız şaşkınlıkla birlikte, kendi yaşamımızı gözden geçirmemizi de sağlıyordu Forman. Biz içimizdeki kıskançlığa, kibire ve bunların yanında iyiliğe, inanca ne kadar sahip çıkıyorduk? Ne kadar bizdik? Ne kadar deli?
Ettiği yemini unutmayan Salieri, bundan sonraki yaşamına Mozart’a yapacağı kötülükleri sıraladı, taciz, kötüleme, sanatına engel olma gibi. Bunları yaparken Mozart’a acıdığını hissedebiliyorsunuz. Kendiyle çelişerek hem ona dokunmak istiyor, hem de Tanrı’nın yeryüzündeki nefesi olduğu düşüncesiyle tüm bedeniyle nefret ediyordu. Peki ya Mozart, o neyle meşgul oluyordu? Yer yer engel olunan kariyerinin farkındaydı, ancak müzikle arasındaki bağ hep sıcaktı. O ki çocukluğunda ileride unutulmayacak bir yazar olan Goethe’ye -farkında olmadan- konser vermişti. Babası ile giriş yaptığı müzikte, farklı olduğunu ve en iyi olduğunu her fırsatta dile getirmekten çekinmeyen Mozart’tı! Öyle de yaptı! Müziğine daha çok halka inerek, etrafındaki kötülük oyununun başrollerinde oynayan Salieri’yi görmezden gelerek, bir hoca, bir arkadaş ve bir büyük olarak her türlü derdini anlatmaya devam ediyordu.
Salieri, en büyük kötülüğü Mozart’ın kapısının önüne, bizim de bildiğimiz Requem -Ölünün Ruhuna Okunan İlahi- için gelmesi ile yapacaktı. Şüphesiz, Forman bu sahnede siyahlar içinde ölümü temsil ettirmiştir Salieri’ye. Kaynaklarda o gün şöyle anlatılmaktadır: “1791 senesi Temmuz’unda, uzun, ince, ciddi görünümlü, tepeden tırnağa gri giyinmiş, ismini vermeyi reddeden, işinin, kimliğinin ve patronunun bilinmesini yasaklayan biri Requem’i bestelemesini talep etti. Kaynaklarda gri olarak beliren siyah adamın kim olduğu, bilinmese de filmde siyahlar içinde gördüğümüz Salieri, bizi oldukça ürkütüyor. Mozart’ın ölmeden önce eşi Constanze’ye: ”Bu Requem’i kendim için yazıyorum.” demesi, belki de izleyiciyi sarsabilir. Ancak Forman’ın yapmak istediği, görünen o ki, görmediğimiz ya da farkında olmadığımız olayları kalben hissetmemiz.
Filmin sonuna yaklaşırken delilik ve dahilik arasında seyir halinde bulunan o iki adamın, dahiliğin içinde delilik barındırdığını göstermesi muhtemel. Hasta olan bir adamın hâlâ Requem’i tamamlamaya çalışması ve her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bir başka adamın Mozart’a hayranlığının devam etmesi bizi şaşırtabilir. Ancak başından beri acı çeken Salieri’nin Mozart’la arasındaki bağı koparamaması; sevginin, kötülüğün içinde de var olabileceğini gösteriyor. Forman, Mozart’ı tüm renkliliğine, Tom Hulce’nun muhteşem kahkahasını ekleyerek, bizi Mozart’ı yakından tanımaya davet ediyor. Cenazesi yağmurlu birgünde yeri belli olmayan bir yere atılan Kayıp Ruh’u, Forman’ın davetine icabet etmekle tanımaya ne dersiniz?
Not: Salieri’nin Mozart’a her türlü kötülüğü yaptığı iddiası, gerçekte de var mıdır bilinmez. Ancak kimi kaynaklar Salieri’nin Mozart’ın yakın dostu olduğunu, kimi kaynaklarsa böyle bir düşmanlığın gerçekte de var olduğunu belirtir.
Kaynaklar: Amadeus filmi ve Büyük Müzisyenlerin Yaşamöyküleri-Francis Jameson Rowbotham
Ceyda Oktay