Kapının kapanış sesinde duyuyor ilk kez onu. Ardından anahtarının gümüş kaseye düşerken çıkardığı ince seste. En son bir eşyaymış gibi yere bıraktığı yılgın bedeninde. Dalga dalga yayılıyor evin içinde. Bir odadan diğerine, kendine karşılık bulmak için girip çıkıyor. Yatak odasındaki arayışı da karşılıksız kalınca, tüm sesleriyle birlikte kapının önünde duran adamın üzerine yığılıyor. Adam kapı ile portmantonun arasındaki o yerde hareketsiz kalıyor bir süre. O ise kayıp gidiyor içinden. Adam karşıdaki mutfağa gitmek için doğrulmaya çalıştığında, tutunduğu kapının kolu, portmantonun bölmeli yerleri elinin altından kayıp gidiyor. Ellerini üzerine silip, tekrar tutuyor. Tekrar kayıyor elleri. Duvara tutunuyor. Duvar da itiyor onları üzerinden. Tutunduğu her şey hızla itiyor onu. Ayağa kalkmasına, ilerlemesine izin vermiyorlar. Yanındaki çantasına tutunarak kalkıyor. Mutfağa kadar atacağı on adımın ancak üç tanesini atabiliyor. Kapının kenarında kalan ruhuna elini uzatıyor. Ruhu hınçla kalkıyor ayağa, tutmuyor elini. Onun yerine kapının koluna uzanıyor. “Sakın! Hiç bir yere gidemezsin.” Ruhu acıklı bir tebessümle bakıyor ona ve yanına süzülerek üflüyor sözlerini kulağına; “Gideceğim. Bunu sen de biliyorsun.” Rüzgarın önce uğultusu ardından kendisi geliyor. Onunla birlikte; talaş, kum, kiremit de giriyor içeriye. Hepsi sertçe esiyorlar adamın üzerine. Ağzını kapasa gözlerinden, gözlerini kapasa kulaklarından, burnundan doluyorlar içine. Tutunarak kalktığı çantasını da açıyor rüzgar. İçindeki tüm paralar, ona doğru esiyor. Alaycı kahkahalar atarak dönüyorlar çevresinde. Git gide katılaşıyor bedeni ve ruhu bir hükümdar edasıyla konuşmaya başlıyor.
“İşte ben gittikten sonra içinde bunlar kalacak. Sen bundan sonra bir beton olacaksın. Aslında en sevdiğin şeye dönüşeceksin. Bak, bu içine dolanlar yıllarca, ben hiç yokmuşum gibi davranarak, yıktığın binaların, katlettiğin ağaçların ve orada yaşayanların ahları. Gerçekten, seni hiç bulmayacaklarını mı sandın? En başta çocukluğunun ahını çekiyorsun. İlk kazmayı onun anılarına vurdun. Efendim, pişman mısın? Ah, şu pişmanlık, duyguların en miskini. Hâlbuki biraz daha erken gelse ve durdursa insanı ama hep her şeyin bittiği o anda çıkıyor meydana.”
“Hey, bir dakika. Vicdan beni yaşamamaları için var zaten. Ama onu ne görüyor ne de duyuyorlar. Öyle değil mi?”
Ruhun elinde bir küre gibi tuttuğu kalbinin içinden çıkan pişmanlığın ardından vicdanı beliriyor adamın karşısında. Vicdan cılız bir bedenle, her an dökülüp yok olacakmış gibi duruyor. Üstelik titremesi bu yok oluşu hızlandıracak nitelikte. Yerdeki gözlerini ona çevirdiğinde, etlerine binlerce cam parçası batmış gibi hissediyor adam. Vicdan, kırgın gözlerini kırpmadan konuşuyor;
“Çok uzun zamandır duymuyor beni. Varlığımı unuttu. Beni besleyecek, ayağa kalkmamı sağlayacak tüm duyguları da bir bir tüketti. Duyuramaz oldum sesimi. Eğer bana biraz kulak kabartsaydı sevgiyi katletmenin ne büyük günah olduğunu hissederdi. Kıyamazdı ona.”
“Ama kıydı. Hem de hiç acımadan.” Sevgi, güçlükle çıkan nefesiyle konuşmaya çalışıyor. Sürekli şekilden şekle giriyor yüzü. Kimi zaman gülüşünde gökyüzünün ferahlığını taşıyan bir çocuk, kimi zaman dallarında hoş şarkılar söyleyen güvercinlerin olduğu bir ağaç, kimi zaman kahverengi gözlerinde huzur yetiştiren güzel bir kadın… En sonunda hepsi yok olup karanlık bir surat kalıyor geriye.
“Hepsi birer ışıktı ve sen teker teker yok ettin onları. Avaz avaz bağıran hırsınla susturdun kalbinin seslerini. Toprak gibi attın üzerimize talaşları bizi oraya gömdün. Biz duramayız artık seninle.”
“Duramayız…”
“Duramayız…”
“Onların olmadığı bir bedende ben de kalamam”.
Göğsünde birleştirdiği ellerinin arasından bir balyoz çıkartıyor ruh ve alacağı öcün verdiği o çarpık gülümsemeyle bakıyor ona. İşaret parmağıyla ıhlamur ağacını gösteriyor ve ardından hızla indiriyor balyozunu.
Bülent, karşı parktaki ağacın devrilmesiyle, sıçrayarak uyanıyor. Terleyen elleriyle yanındaki su bardağına uzanıyor. Bardak kayıp gidiyor elinden.