Durmaksızın yayılan bir hastalık misali bütün vücudumu sarıp sarmalamış durumda. Kanser hücreleri gibi çoğaldığını hissediyorum her bir uzvumda. Elim ayağım kalkmaz oldu. İçimde en ufak bir derman yok yaşamaya dair. Karamsarlığımı kendi hezeyanlarımdan ibaret sanırdım ama şimdi ne kadar gerçek olduğunu daha iyi anlıyorum. Baktığım her yerde müphem bir karanlık, en ufak bir ışığa bile izin vermezcesine sarıp sarmalamış dört bir yanı. Karamsar olmayıp da ne yapayım. Sokaklara çıkıyorum, delirmişçesine koşup bağırıyorum insanlara. Görenler yardım için bağırıyorum zannediyor halbuki benimkisi büyük bir pişmanlık. Durup, durdurup anlatamıyorum onlara. Bilmiyorlar ki zaman nasıl akıp gidiyor gözlerimizin önünde. Ben durmakla koşmak arasında gidip gelirken ansızın bir rüzgar esiyor, acımasızca parçalarına ayırıyor benliğimi. Bütün varoluşumdan geriye kalan bir avuç toz zamanla beraber rüzgara karışıyor, saçılıp savruluyor. Özümden oluşmuş her bir zerrecik aynı zamanda bütün endişelerimi, şüphelerimi, korkularımı da kucaklayıp taşıyor uzak diyarlara.
Diyardan diyara geziyorum rüzgarın sırtında. Geçip gittiğimiz her yerin havasında, suyunda ya da insanında yaşamaya dair bir korku, yoğun bir tedirginlik seziyorum. Sanki insanlar yaşamaktan çekinir olmuş. Filmin sonunu bekleyen makinist gibi son sahneyi bekliyor her biri. Gözleri her daim buğulu, gülüşleri ise puslu. Belli, bir şeyler canlarını çok sıkmış. İtiraf edemeseler de kendilerine, haykıramasalar da bir başkasına acı çekiyorlar içten içe. Ne faydası var ki çekilen acının. Bu bir kabulleniş midir yoksa çaresizlik mi? Aklımda onlarca soru ile dolaşıp duruyorum göklerde. Evlerine, yuvalarına giriyorum her bir canlının. Kendinden korkan insanlar görüyorum. Korku iliklerine kadar öyle bir işlemiş ki silkinip harekete geçmekten acizler. Cevaplandıramadığım sorular var. Bakıp da göremediğim bir şeyler. Ancak ne zaman ki gözlerinin derinliklerine bakıyorum o zaman anlıyorum mutlu olmaktan korktuklarını. Hatta bazıları var ki nasıl mutlu olunacağını bile unutmuşlar. Bir devinim içerisinde yaşamlarını sürdürüp giden ruhsuz bedenlere dönüşmüşler. Benden çok da farklı olmadıklarını biliyorum ama kurtuluş için neden çaba göstermediklerini anlamıyorum. Ben özgürlük uğruna benliğimi ayrıştırmışken insanların neden hareketsiz kaldığına anlam veremiyorum. İnsan durduğu an yitip gidiyor nasıl bunun farkına varmazlar. Kendi kendime sorguluyorum her zaman olduğu gibi. Bizlerin bu hale düşmesine sebep olan ne? Sistemin bir parçası olmak mı yoksa bahaneler üretip tembelliğe olan aşkımız mı? Kim cevaplayacak bütün bu soruları, kim biliyor çaremizi? Dünya sen durduğunda dönmeyi bırakıyor mu? Su önüne setler çeksen bile akmaktan vazgeçiyor mu? Biz neden bu kadar kolay vazgeçiyoruz? Pes etmek ne zaman bir çözüm oldu bizler için. Bir noktada çok yanlış bir yola girdik. Nasıl mutlu olunduğunu unuttuk. Kendimizi mutlu etmek için çabalarken çevremizin mutsuzluğunun bizleri nasıl etkileyeceğini ihmal ettik. Halbuki bize küçük yaşlardan beri ilk öğretilen şey mutluluğun paylaştıkça çoğaldığıydı. Kendimizi düşünmekten başkalarını düşünemez, onları mutlu edemez olduk. Sevdiğimizin mutluluğunu kendimizde aramak ancak ona yansıtamamak bizlerin en kötü huyu haline geldi. Davranışların yerini kelimeler aldı, kelimelerin içi de itinayla boşaltıldı. Anlamlı gözüken anlamsız tümcelerden oluşan hayatlar yaşar olduk. Samimiyet eriyip yiten bir mum gibi aydınlatmaz oldu ilişkilerimizi. Bencillikle sıvadık mutsuzluğumuzdan inşa ettiğimiz duvarlarımızı ve hapsettik içinde kendi kendimizi. Heyhat! Ne kadar konuşsam ne kadar düşünsem de yetersiz. Kendimi rüzgarın insafına bırakmış halde giden bir fikir zerresinden ibaretim, kime neye yarar artık söylemlerim. Bundan sonra başıboş bir gezginim diyardan diyara gezen, umutsuzca bir tutam mutluluğun peşinde olan.