Paul Beatty, 2016’da Man Booker Ödülü kazandığı romanı ‘Seri Sonu’nda günümüz Amerika’sının karanlık yüzünü -ırk, cinsiyet, popüler kültür ve siyaset ekseninde- acımasız, provokatif ve alaycı bir dille sergiliyor.
1962’de Los Angeles’ta doğan Paul Beatty, 1994 yılında tamamladığı ilk romanı ‘The White Boy Shuffle’ (1996), ardından yazdığı ‘Tuff’ (2000) Slumberland ve (2008) eleştirmenlerin beğenisini kazandı ama henüz yeterince tanınmamıştı. Beş yıllık bir çalışmanın ürünü olan ‘Seri Sonu’ (Sellout) Beatty’ye hak ettiği başarıyı sağladı. Çok sayıda saygın edebiyat ödülünün yanı sıra 2016 Man Booker Ödülü’ne de layık görülen romanıyla Beatty, bu ödülü kazanan ilk Amerikalı yazar oldu.
‘ZENCİLER’
Romanın daha ilk paragrafında fark ediyoruz Paul Beatty’nin alaycı üslubunu: “Bunu bir siyahiden duyunca inanmakta zorlanabilirsiniz ama hayatım boyunca hiçbir şey çalmadım. Ne vergi beyannamelerimde ne de iskambil oynarken, hileye hurdaya asla başvurmadım. Sinemaya hiç kaçak girmedim ya da çalıştığı eczanede asgari ücrete talim ettiği için merkantilist zihniyetin yol yordamına zerre kafa yormayan kasiyerin verdiği fazla para üstünü, tıkır tıkır iade etmeyi hiç ama hiç ihmal etmedim. Hiç ev soymadım. Elimde silahla içki dükkânı basmışlığım yok.”
Örnek bir siyahi vatandaştır belki ama buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nin Anayasa Mahkemesi’nin duruşma salonunda, elleri arkadan kelepçelenmiş vaziyette beklemektedir kahramanımız. Bu çağda, üstelik bir siyahi tarafından işlenmesi tuhaf bir suçla karşı karşıya; ABD Anayasası’nın 13. ek maddesinin kutsal prensiplerini ihlal ederek köle sahibi olmak, anayasanın 14. ek maddesini kasten göz ardı ederek bazen ırkların birbirinden ayrılmasının insanları bir araya getirebildiğini savunmak…
Artık geriye dönebilir ve ismi verilmeyen ama kimi zaman babasına gönderme yapılarak ‘seri sonu’ lakabıyla hitap edilen anlatıcının bu suçları neden ve nasıl işlediğinn hikâyesini dinleyebiliriz:
Los Angeles’ın güney ucundaki varoşlarından Dickens ilçesinde, bir şehir içi çiftliğinde -annesini hiç tanımadan- babası tarafından büyütülmüş. Az buçuk tanınmış bir sosyal bilimci olan babası tarafından, babasının kurduğu Özgürleştirme Psikolojisi prensiplerine uygun bir eğitim almış. Siyahilerin özgürlük mücadelesine odaklanmış bir eğitim bu. Ama itiraf etmek gerekirse, babasının ‘zihinsel özgürlüğün kapılarını açacak anahtarları bulmak için sürdürdüğü arayışında’ bir denek vazifesi görmüş.
Babasının bu militanca mücadelesinin yaşadıkları ilçeyle ilişkili olduğunu bilhassa vurgulamak gerekiyor. Dickens, siyahlara ‘zenci’ demekten yüksünmeyen ırkçıların yaşadığı bir yer. Anlatıcının babası, kölelik yasaklansa da gündelik hayatın her alanında canlılığını koruyan ırkçı/ayrımcı zihniyetin hâlâ hüküm sürdüğü bu topraklarda verdiği mücadele ile kazanmış ‘zencilere fısıldayan adam’ unvanını. Ne var ki bir gün kendisi de beyaz şiddetinin kurbanı olmuş.
HİCİVİN GÜCÜ
Eleştirmenler tarafından ‘bir hiciv kasırgası’ olarak nitelendirilen ve gerek barındırdığı toplumsal gerçekler gerekse de mizahıyla övülen ‘Seri Sonu’ kelimenin tam anlamıyla güldüren bir roman. Ne var ki, verdiği röportajlarda romanın komik yönlerini öne çıkarmanın daha ciddi temaların gözden kaçmasına yol açabileceğini ve kendisini bir hicivci olarak düşünmediğini söylüyor Paul Beatty. Ancak 2006 yılında Afro-Amerikan mizah antolojisi hazırlayan ve aynı konu hakkında The New York Times’da bir de makale yayımlayan Beatty’nin hiciv ve mizah sanatı üzerine kafa yorduğu çok açık. Beyaz Saray’da siyahi bir başkanın iki dönem hüküm sürdüğü yılların sonunda hazırlanmış bir romanda ırk ve renk ayrımcılığına vurgu yapılması abartılı bulunabilir. Oysa Obama’nın yönetiminde olduğu yıllarda gerek sınırlar ötesindeki politikalar gerek ABD içinde yaşanan olaylar gösteriyor ki ayrımcılık farklı veçhelerle varlığını sürdürmektedir. Buna rağmen kolay değildir konuşmak;
“Kafam öyle güzel ki adeta cehennemdeyim ama yine de ırkın, ‘hakkında konuşulacak’ zor bir konu olduğunu bilmeyecek kadar uçmuş değilim, çünkü zordur bunun hakkında konuşmak. Bu ülkede çocuk tacizinin yaygınlığını konuşmak da zordur ama insanların bundan şikâyet ettiğini asla duymazsınız. Sadece konuşmazlar (…)Ve ırk deyince de hep ‘Zenciler’ kastediliyordur…”
Birincilik ‘zenciler’e verilebilir ama Afro-Amerikalılara yönelik polis şiddeti, bu şiddete tepki olarak yayılan ayaklanmalar ve sokak çatışmaları bir kenara bırakıldığında, kadınlara, Latinlere, eşcinsellere, Müslümanlara ve diğer farklılıklara yönelik ayrımcılık da azımsanamayacak boyutlarda. Paul Beatty, ayrımcılığın ırk, renk, cinsiyet, dil, din gibi görüntülerinin arkasında daha çıplak bir neden bulunduğunun farkındalığıyla yazmış hikâyesini. Sorunun sınıfsal bir temeli de var. Romanda bir siyahla bir beyaz arasındaki diyalog bu tespiti çok iyi yansıtıyor;
“Çünkü beyazlar şimdilerin yeni zencileri. Sadece bunu fark edemeyecek kadar kendi kendimizle meşgulüz (…) Evet, hem ben hem sen – dibine kadar Zenci. Haklarından mahrum edilmiş ve koduğumun sistemine karşı sonuna kadar savaşacak tipleriz.”
‘Seri Sonu’ bir şenlik atmosferinde, baş döndürücü bir hızla ve pek çok edebiyat yapıtına yapılan göndermelerle ilerlerken Paul Beatty’nin sivri kalemi herkesi hesaplaşmaya davet etmiş: “Sessizlik, karşı çıkmaktan ya da rızadan kaynaklanabilir ama en çok da korkudur kaynağı.”
Tarih bilinci eksikliğine ve hafıza yokluğuna vurgu yapan Beatty için tarih hafızadır, hafıza ise zaman, duygular ve şarkıdır. Tarih insana bakiye kalandır. Ve Beatty’nin hicvi hassas bir edebi ve tarihsel duyarlılıkla
sarılmıştır.
Anlatıcının ağzından aktarılan olaylarla insanların düşünceleri ve algılama biçimleri arasındaki uçurum hem komik hem çarpıcı. Büyüleyici bir ironi bu. Saçmalık, gözlemcinin bu küçük kasabadaki mevcut duruma bakışını keskinleştirirken toplumsal hayatın geneline yayılan saçmalığı da açığa çıkarıyor.
Sona geldiğinizde roman kahramanıyla birlikte kendinize şu soruyu sormalısınız: “Ben kimim ve nasıl
kendim olabilirim?”
SERİ SONU
Paul Beatty
Çeviren: Fuat Sevimay
Kaynak: Hürriyet