Yıl 1920…Müzeyyen pencereleri sancılı; firuze, ipeksi kubbeleri solgun; yüzyıllarına kökleşmiş sayrılıkla mâdun … Zamanında dünyanın en gözde medeniyeti olmuş, zahirde cihan imparatorluğu; batında ise ekonomisi esaret içinde, elem ve çile dolu. … Meşrutiyetten, milli mücadeleye tıpkı Balkan Savaşı’nda akan kanın taşırdığı tuna nehri gibi savaştan savaşa sürüklenip çalkalanan, kendi kan selinde devrilip boğulmasına ramak kalmış; kurtuluş mücadelesi veren bir imparatorluğun cefakar halkı.
O zamanların Anadolu’sunda harap olmuş yüzlerce yapı gibi Adapazarı’nın Aktefek köyüne giden tek köprü de bu kan selinden nasibini alarak yıkılmış, Yunan işgalinden kaçan Korcan ailesi çareyi bir sandala binmekte bulmuştu. Sandalları, Yunan kurşunlarının yarattığı dehşette devrile yuvarlana ilerlerken annesinin kazağını sıkı sıkıya kavramış yumuk çocuk elleri henüz iki buçuk yaşındaki minik Kerim’e aitti. İleride hapishanelerde göreceği mezalimin bu cehennem anaforunun yanında bir hiç olacağını bilseydi, kuşkusuz bu kadar dehşete kapılmaz, titremezdi…Henüz kalem tutamayan o minicik parmakların; ileride yankıları tel örgülü duvarları yıkıp tarihe taşacak bir isyanın ateşi ile feryat figan tutuşmaya daha o günden başladığını, ne kendisi bilebilirdi; ne de sandalda onları canı pahasına korumaya çalışan Tufan dayısı.
Küçük Kerim ve ailesi o gün kurşunlara hedef olmaktan kurtulmuş, Türk halkı ise sathı müdafa yaparak bağımsızlığını korumuştu. Ne var ki Albert Einstein’ın da vurguladığı gibi ‘hiçbir barışın kaybedeni; hiçbir savaşın da kazananı yoktu’ ve asla olmayacaktı. Savaştan sonra Anadolu halkı iyice yıpranmış, ekonomik şartlar alabildiğine kötüleşmiş, geçim sıkınıtısına düşen Korcan ailesi çareyi Adapazarı’ndan Eskişehir’e göç etmekte bulmuştu. Babası saat tamirciliği yapan, iki abisi Devlet Demir Yolları’nda işçi olarak çalışan küçük Kerim, Eskişehir’in Akçaalan İlkokulu’na sadece dördüncü sınıfa kadar devam edebildi. O günleri şu sözlerle anlatır.
“Yazık ki dört senecik okuyabildim. Babamın fakirliği yüzünden ayrılmak zorunda kaldım mektepten. Berber çıraklığına başladım.”
Takvimler 1934 yılını gösterdiğinde Korcan ailesi bir kez daha göç etmek zorunda kalır. Bu kez İstanbul’a gelirler. O artık gün boyu Tophane Boğazkesen’de çalışıp akşam Süleymaniye Camisi’nin eteklerindeki evine yorgun argın gelen; gelir gelmez de kitaplarına sarılan bıçak gibi bir delikanlıdır. Henüz Tatar Ramazan. Resneli Yaver Bey, Başgardiyan Rüştü Efendi, Arap Kadir gibi karakterleri yaratacak keskin gözlem ve yazma yeteneğinin farkında değildir. Ancak her geçen gün elinden hiç düşürmediği Ömer Hayyam ve Rıza Tevfik kitapları ile ileride mezalimin ve esaretin şiirini yazarak; yaşadığı çağı ve sonrasını aydınlatacak ışıl ışıl parmaklarını farkında olmadan, gizliden gizliye bilemektedir.
Türk edebiyatına Toplumsal Gerçekçi Düşünce kapsamında roman, hikaye, şiir ve anı türünde eserler vermiş olan Korcan dönemin Milliyet gazetesine verdiği bir röportajda, Sinop Cezaevi’nde yatarken mektuplaştığı sevgilisi Adalet sayesinde yazıya başladığını ifade eder. O zamanlar yirmili, yaşlarındadır ve on sene hüküm giymiştir. Edebiyat dünyasında tanınması ise Sultanahmet Hapishanesi’nin bir gardiyanını anlattığı “Köse-kadı” isimli öykü-röportajının bir yarışmada dereceye girmesi ile olur. Kendisi o yarışmanın hayatındaki önemimini şu sözlerle vurgular:
“Hep söylemişimdir, eğer o yarışma olmasaydı, bizler elde çanta, yıllarca Babıali’de dolaşırdık.”
Donanma Kor Askeri Mahkemesi’inde isyan suçlusu olarak yargılanan Korcan Sinop Cezaevi’nde 10 sene kalır. Tatar Ramazan isimli eserde hapishaneyi haraca bağlamış bir zorba olan Seviş Köylü Abdurrahman Çavuş ve daha nice hapishane karakterini yaratabilmesinde hiç kuşkusuz en önemli etken gözlem gücüdür. Ancak bu büyük başarı sadece gözlem gücü ile ifade edilemez elbette. Dr. Ertan Erol’a göre Korcan’ın, üstün nitelikli gözlemlerinin zeminine oturan, destansı anlatımı, yöresel ağzın son derece etkin kullanımı, deyimler atasözleri ve kişi tasvirlerinin etkinliği eserlerindeki başarıyı açıklayan unsurların sadece bir kaçıdır. 1967 yılında yazdığı ilk romanı “”Linç”te yarattığı hapishane karakteri “Arap Kadir” öylesine gerçektir ki, sanki sayfaların arasından onun saat rakkası gibi şaşmayan voltasının sesini duyarız:
“Loş koridorların öksüz karanlığından, biraz da salına salına yılanlar gibi süzülerek gelirdi…Sevinçliyse eğer yıldız gibi par par yanardı gözleri, kederliyse, küflü bir bıçak olur, ok gibi anide gider saplanırdı bir noktaya. Düzce bir çizgide olurdu bazen adımları; her an çekilecek kama gibi dimdik kınında…”
Romanlarında gerilimi tırmandırmak ve olay örgüsünü oluşturmak için yaratmaya mecbur olduğu çatışmalar, özellikle gerçek olaylara dayanan gözlemlerden yola çıkan hapisahane hikayelerinde oldukça güçlüdür. Hapishane ağası ve idare ezen taraf; gariban, biçare mahkum da ezilen taraftır. Çatışma bu iki grup arasındaki çıkar çatışmasıdır. Hapishane ağası çoğunlukla idareyi de yanına alarak fukarayı ezer, adeta suyunu çıkarır. “Linç” romanında hapishane ağası Bayraklılı Feti, örneğin Trabzonlu Hasan Çağlar gibi hapishanenin güçlü figürlerini kendi yanına çekmiş, karşı konulamaz bir güçle hapishanede hüküm sürmektedir:
“Kitaplı ağaydı Feti, daima yanında okuyacak bir şeyleri bulunurdu. Neşesi yerindeyse arkadaşlarına Karakurt’un “Allahaısmarladık” romanını okurdu… Zamanla Mangal Yürekli Trabzonlu Hasan Çağlar, ve Kastamonulu İbraham Çavuş da ona katıldı…Feti bey bir kere bu adamalara “Vurun!” demesin, hedef manda olsa işi tamamdır…”
Toplumsal gerçekçi edebiyatın nirengi noktası olan toplumsal ayrımcılığa, edebiyatın bayrağını başarı ile dikmiş bir yazardır. Eserleri halen basılmakta ve okunmaktadır. Kesme taşı gibi tesirli gözlemlerini, kendine has ama topluma mal ettiği izlekleri ile takip ederek, enine boyuna önümüze koyar. Kabahatin kişilerden ziyade, sistemde olduğu ile ilgili bir kapsayıcı üst-bakış edinmemizi de sağlar. Korcan’ın eserlerinde bu nirengi noktasından yola çıkılarak varılan noktalardan biri feodalite-bürokrasi arasındaki ilişkiler ağının çarpıklığıdır. Bu ağa düşenler sadece mahkumlar değil, kimi eserlerinde ağalık düzeni içinde köleleştirilen köylülerdir de. “İdamlıklar” eserinde Boyabatlı Emin’in karısı Emine, istemediği biri ile ağanın emri ile evlendirilmiş ve kocası askerde iken, köydeki Hovarda İbram’la zina etmiştir. Korcan, altmetinleri yazdığı kalem ile, bu tip olaylara ters bir açı ile bakmamızı sağlayarak soru işaretleri ve ünlemler çizer bilinçdışımıza. İster istemez şu soruyu sorarız kendimize: Tek kabahatli Emine mi?
Onun eserlerinde kendi hayatlarını emek vererek sürdürmek zorunda olan kişiler, her zaman sömürülüp ezilen kişiler olsa da; hep zilletin zulmü galip gelmez. Bazen Tatar Ramazan gibi bir karakterler karşımıza çıkar. Cevval bir delikanlıdır Ramazan; kendimize bile duyuramadığımız isyanımızın iç çığlığıdır sanki. Çatır çatır çatlayan toprağın üzerinde; kül rengi bulutların altında; kınına sığmazken, yılanlar gibi zırıl zırıl kıvranırken bıçaklar; hesap anı gelip çatmıştır. Hapishaneyi haraca kesmiş, ırz düşmanı, zorba Seviş Köylü Abdurrahman Çavuş kendisini kollayan cümle adamdan azade, korkudan ateş gibi yanan gözleri ile ona bakar. Bir başına kalmıştır avluda. Karşısında da avının üstüne inmeye hazırlanan bir kartal gibi duran Ramazan vardır. Şimdi lafını bir güzel tekmilleyip esirgemeden Abdurrahman Çavuş’a seslenme sırası Korcan’ındır. Bazı eleştirmenler tarafından teknik yönden eleştirilmiş olsa da, hikayelerinde sözü alıp okuyucuya ya da yarattığı karaktere hitap etmekten çekinmez zaman zaman:
“Orospunun mumu yatsıya kadar yanar. Eşsiz ve ölmez bir atasözüdür bu. Senin o afur tafırların gelip geçicidir ağam! Daha isyan sillesini yemeden dizlerin çözüldü bak! Ne kadar da haşmetliydin ışığı şartlanmış gözlerde sen ey Abdurrahman Çavuş. Halbuki ezilenlerden daha kuvvetli değilsin.”
Hapishane yıllarında haramzadenin binbir türlüsünü görmüştür Korcan. Tanık oldukları onu hak ve adalete olan tutkusundan vazgeçirmemiş, yıldırmamış aksine içindeki ateşi harlamıştır. Almanya’da, Bulgaristan’da, İsveç’te ve daha nicesinde şiirlerini okumuştur. Kendi deyimi ile “zebun hayvanlar” gibi ağlamamış, terlese de kendisini sorumlu bildiği görevinden hiç geri durmamıştır. Bir şiirinde kendini anlatır.
“Sorarım bazen döğüşken kalemimle ben neyim / Koşarım bir fikrin peşinden yorulma bilmem / Kimbilir belki de çözülmez bir bilmeceyim / Ter silerim mendilime bakın gözyaşı silmem.”
Cemal Süreya dönemin edebiyat dergilerinde çıkan bir yazıda, Korcan’ın sürekli otobiyografik eserler yazmasını üstü kapalı eleştirmiştir. 1975 yılında yayımlanan “Ter Adamları” romanı da otobiyografik unsurlar içerir. Romanın asli kişisi Selman tıpkı yazar gibi Tophane Boğazkesen’de berber çırağı olarak çalışan edebiyata meraklı, düşünen, sorgulayan bir gençtir. Zamanla kendisi ile aynı düşüncelere sahip Hasan adında bir kişi ile tanışır. Hasan, Selman’a ezilenlerin hakkını savunmak için bir eylem içinde olduklarını söyler ve kendisini de bu eylemin içinde görmek istediklerini ifade eder. Selman çok mutlu ve gururludur:
“Gurur duymuştum bu noktaya gelince. Körük körük göğüsüm kabarmıştı. Demek ben arkadaşlarıma öncü olacaktım?.”
Romanlarında ana tema hak arama mücadelesidir. Ancak anlattığı hapishanelerde adaletsizlik ve haksızlık kendi tabiri ile “kuru otta akan kara yılan gibi” sinsi sinsi sürünmektedir. Hapishane duvarlarında ironiktir “Adalet Mülkün Temelidir” yazılmıştır. Peki nasıl elde edilmiştir bu mülk? Nasıl ve ne fedakarlıklarla korunmuştur düşmandan bu vatan! “Kağnıların ve hartuçların peşinde; harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi; aynı yürek ferahlığı ve aynı yorgun telaş içinde, Akşehir üzerinden Afyon’a” mermi taşımamış mıdır analarımız? Onbeşlik mermilerin çeliğinde ince boyunlu bebekler uyumamış mıdır? Erzurum’da Nene Hatun; Plevne’de Gazi Osman Paşa Conkbayırı’nda, Anafartalar’da ve daha niceleri Kurtuluş Savaşı’nda…
Kolalı gömleği, cayır cayır lacivert elbisesi, ayna gibi gavur derisi ayakkabısı ile Savcı Bey. Ona bu dolgun maaşı veren aynı mülkün devleti değil midir? O halde herkes işini yapmalıdır! İsterse Başsavcı gelsin! Kimse kanundan üstün değildir. Sağlam ve sarsılmaz olmalıdır mülkün temeli. Korcan’ın hapishaneyi anlatan eserlerinde bu görüş hakimdir. Bir şiirinde söz konusu mülkü canı uğruna korumuş gazilere seslenir. Üstelik çıkardığı tek şiir kitanın adı da “Ey Gaziler”dir:
Ey gaziler / Yol göründü / Yine garip serime…
Hapishanede kaldığı yıllar II. Dünya Savaşı’na denk gelir. Türkiye savaşa girmemiş olsa da ekonomisi ister istemez etkilenmiş ve bu da toplumun tüm kesimlerinde etkisini hissettirmiştir. O dönem hapishanelerdeki isyanların sebebi çoğunlukla sefalet ve açlıktır. Mahkumların fazlasında gözü yoktur. Korcan’ın tabiri ile onların istekleri son derece basit ve makuldur:
“Ekmeğine katık, çamarşırına sabun, ateşine cigara.”
Ne var ki şartlar bu makul istekleri bile zaman zaman karşılamaya yetmemektedir. Bununa birlikte eğer mahkumlar ailelerine yakın bir hapishanedeler ise düzenli kumanya gelir; gözleri ve karınları doyar. Ancak uzak iseler hapishane kumanyası yetmediğinden başlarının çaresine bakmaya mecburdurlar. “Hepimiz Türküz” öyküsünde, hapishaneye sürgün gelen dört mahkum, sefalet içinde kalırlar ve kendi aralarında örgütlenerek çareyi bir akşam yoklamasında niza çıkarmakta bulurlar. Yoklamada başgardiyanın dikkatini çekmeyi başarırlar. Bunun sonucunda sürgün mahkumlardan Sandıklılı Cıbıl Halil çay ocağının işletmesini alır, diğer bir sürgün Kürt Hamo ise çamaşırhaneyi alır. Böylece bir gelir kapısı elde ederler. Yine aynı sürgünler grubu, hapishane ağası Reşit’in koğuşuna yaptıkları ani bir baskın ile, hapishanenin en önemli gelir kaynağı olan kumar postasını ele geçirirler. Sürgün mahkumların bu zorbalıkları neden yapmak zorunda olduklarını, liderleri Arabacı Ali anlatır:
“Biz hepimiz, tekmil şu mapusane için söylüyorum, suyu parmak gibi incecik akan bir çeşmenin başına toplananlara benziyoruz. Su az, ama bekleyen çok, herkes su almak ister. Bu olacak bir iş değil. Su bekleyen testileri sayarsan yüzü aşkın. Lakin çeşme verir on testi. O zaman ne olur? Testiler havaya kalkar ve küfürler arasında bir su döğüşü başlar. Testi testiyi kırsa iyi, her testi bir kafa kırar!…İşte biz de böyle kanlı bir pınarın başındayız. Ya Hz. Hüseyin gibi bir yudum suya hasret ölürüz, ya da testiyle kafa kırarız.”
Hapishanede zaman, Korcan’ın “Mahkumlar” şiirinde de belirttiği gibi, “kağnı tekeri gibi, ağır ağır” dönmektedir. Kuşkusuz zaman algısı felsefenin de önemli sorunsallarından biridir. Kimi filozoflara göre bu algı görecelidir; mutlu zamanlar hızlı geçiyor iken, mutsuz zamanlar daha yavaş geçmektedir. Yine bir eserinde Korcan’ın hapishanedeki zaman için “salhane” (mezbaha) benzetmesini kullandığını görürüz. Bütün mahkumlar bu salhanede kan revan içinde yatmaktadır. Ve yine mezbahada akan kendi kanlarını aynı şiirde belirtilen kalay görmeyen kaplardan içmektedirler. Özgürlüğün kısıtlandığı, insanın yalnızlığı ile baş başa bırakıldığı ve bu kısıtlanışın doğrudan süreye bağlandığı durumda, kuşkusuz insanın en büyük sorunu zamanla olacaktır:
Kağnı tekeri gibi / Gıcır gıcır gıcırdayarak / Ağır ağır döner orda zaman / Kadehler kırılsın / Meyler dükülsün şarkılar susuversin / Kum değil insandır bu kalburda çalkalanan / Zehirdir aşı kandır gözyaşı / Bir anası ağlar ağlarsa / Vallah unutur özkardaşı / Demirle taşduvarla insan savaşı / İçerler kendi kanlarını kalay görmeyen kapta / Mahkumlar perişan, mahkumlar bu zincirli girdapta.
Mahkumlar, Korcan’ın zincirli bir girdaba benzettiği hapishanelerden sadece çok özel durumlarda çıkabilmektedir. Bir diğer mahkum olan Çiftelerli İsmail’in sürgün edildiği hapishaneye giderken trende yaşadıkları, bizlere mahkumlar için özgürlüğün ne kadar önemli olduğunu en çarpıcı şekliyle anlatır. İsmail ve bir grup arkadaşı, kaldıkları hapishaneden müdüre karşı geldikleri için sürgün edilmişlerdir. İsmail’in sarı köylü başı, trenin penceresinden dışarı uzanır, uçsuz bucaksız gökyüzünü, çayırlarda otlayan atları, sıra sıra dizilip treni seyreden çocukları görüp kederlenir ancak bunların içinde onu en çok etkilleyen gencecik bir taydır. Çoğumuz hayatın günlük telaşları içinde özgürlüğü kaybetmenin ne olduğunu bilmezken, Çiftelerli İsmail belki de hayatında son kez uçsuz bucaksız bir gökyüzü ve böylesine güzel bir tay görmüştür. Bindiği tren, İsmail’i sel gibi akan rayların üzerinde bir bilinmeze sürüklemektedir. Genç tayı gördükten sonra, tren katarının karanlığına geri dönüp oturur ve izlenimlerini arkadaşları ile paylaşır. Kerim Korcan onun heyecanını şu cümlelerle anlatır:
“Konuşurken İsmail’in eli ileriye, deli bir atın dizginini yakalayacakmış gibi boşluğa atılıyordu. At bahsi heyecena boğuyordu onu.”
Yazar eserlerinde, Çiftelerli İsmail gibi bir çok mahkumla empati yapmamamızı sağlar. Onun dramını okurken tren penceresinde akan, Anadolu’nun kırmızı tuğlalı kagir evleri, dağları, ovaları keyif vermez bizlere, çünkü o anda dünyayı İsmail’in minicik penceresinden, içine tıkıldığı tren vagonunun karanlığından görürüz. Saatler kara karıncalar gibi birbirini kovalasa, kabarıp yükselmiş dağlar trenin ardı sıra dizilse de Çiftelerli İsmail’in aklı halen genç tayda kalmıştır. Arkadaşlarına, onu bir kez gözlerinden öpebilmek için nasıl yanıp tutuştuğunu anlatır.
“Şu at kısmı, mübarek çok iyi bir hayvandır. Onun durduğu kapıda bereket olur….Hele tay…onların merakı da bir başka olur. İnsanı bir sararsa hiç başka bir işe bakmayayım dersin . Bir de taylar çok nazik olur…Onun bir keyfe gelip oynaması, kaçıp gitmesi vardır. Durup da şöyle saatlerce bakayım dersin…Şurada bir tay gördüm…başını bir çocuk gibi salladı teres. Onu bir tutup da gözlerinden öpebilseydim. Kalan cezamı ıh demeden yatardım…”
Sürgün, zaman, sefalet, zulmet, çile, hapishane koşulları, mahkumlar…Eserlerinde yaratığı dünyanın tek bileşenleri bunlar değildir. İdareciler de bu zincirli girdabın halkalarından biridir. Ona göre yetersiz idarecilerin yönettiği hapishaneler ıslah kurumundan çok, geliştirilmeye açık sosyal mekanlardır. Sistemin bayrağını taşıyan idareciler gelişmesi gerekenlerin başında gelir. Hapishane yönetcileri mahkumları anlamayan, anlama gayreti içinde olmayan, sadece katı kanunları uygulamaya çalışan insanlardır. Böylece mahkum-yönetici ilişkisi insani yönüyle ele alınmıştır diyebiliriz. Kimi zaman savcılar bile Korcan tarafından eleştirilmektedir. Bir eserinde vizyon sahibi olması gereken, olaylara akılcı yaklaşmasını beklediğimiz savcılardan biri, kurallara aykırı hareket eden Sandıklılı Cıbıl Halil’i ıslah etmenin yolu olarak dövdürmeyi tercih eder. Alt metinde Kerim Korcan devletin en üst düzeyde bulunan görevlisinin bu yaklaşımını eleştirmektedir. Aslında savcı seviyesinde bir memuru eleştirmek bir bakıma sistemi eleştirmektir ona göre. Dayaktan parçalanmış ayakları, bağırmaktan kısılmış sesi ile Cıbıl Halil savcıdan aman dileyip, derdini anlatmaya, insan olduğunu hatırlatmaya çalışır:
“Biz fakiriz beyim, Ne olduysa yokluktan oldu. Astıracaksan astır bizi! Bir soluk bağışla ama daha fazla döğdürme! Kıyım kıyım oldu yüreğim, datlı canımdan bezdim. Uzun cezalara dayandım buna dayanamıyorum…yesir yerine koyma bizi. Kul kusursuz olmaz artık döğdürme.”
Eserlerinin geneline bakıldığında, hapishane müdürlerinin, idarecilerin göreve ilk geldiklerinde idealist olduklarını, herşeyi değiştirerek, ortalığı güllük gülistanlık yapmak gibi düşüncelerinin olduğunu görürüz. Ancak çoğunluğu bir süre sonra işlerin bekledikleri gibi olmadığını görerek, seleflerine benzemek hatasına düşer. “Linç” isimli eserde hapishane müdürü Şevket Erdoğan Bey ve Başgardiyan Rüştü Efendi de görevlerini hakkı ile yerine getiremeyen aciz yöneticiler olarak karşımıza çıkar.
Müdür Şevket Bey emekli başkomiserdir; yaşı altmış beşi geçmiş, emekli maaşı yetmediği için müdür olmuştur. Hapishane ile ilgili bir bilgisi ve tecrübesi yoktur. Müdür olduktan sonra hapis hayatı hakkında bazı şeyler duymuş, fakat daha fazlasını öğrenmek için gayret sarf etmemiştir. Korcan Şevket Bey’in bu iş için yetersiz olduğundan bahseder:
“Onun yaşı altmış beşi aşmış; avurtları çökük, gözleri cilasını kaybetmiş, duruşu tabii bir yorgunluk içinde olduğunu gösteren bir duruş…Bu haliyle, hakçasını söylemek lazımsa, onun yeri mapushane müdürlüğü değil, tekaütler (emekli) kahvesi olabilirdi.”
Başgardiyan Rüştü Efendi ise müdür olma arzusu ile gözleri adeta kör olmuş, amirinin açığını yakalayarak onun yerine geçmeye çalışan biridir. Yaptığı işi kişisel amaçlarına alet etmekten asla çekinmez. Bencildir. Çıkarlarına hizmet ettiği sürece yaptığı işin ahlaki olup olmaması önemli değildir.
Korcan’ın yöresel ağızları da son derece etkin kullanarak şairane bir anlatımla, kaleme aldığı destansı eserlerinde, tasvir, öyküleme, dialog, iç konuşma gibi anlatım teknikleri ön plana çıkar. Bakış açısı olarak genellikle “Hakim Bakış Açısı”nı seçmiş olsa da, 1975 yılında yayınlanan “Ter Adamları” ve 1988 yılında yayınlanan “Ateşten Köprü” romanlarında bakış açısı, bu iki romanın ortak baş kişisi olan Selman’ın anlattıkları ile daraltılmıştır. En çok bilinen eseri Tatar Ramazan bir uzun öyküdür. Olaylar ve durumlar “İlahi Bakış Açısı” ile okura aktarılmıştır. Anlatıcı düne, bugüne, yarına dolayısıyla olayların tümüne hakimdir.
Romanlarında kullandığı mekanlardan biri kendisinin de uzun süre kaldığı Sinop Cezaevi’dir. Söz konusu romanda “Kahraman Bakış Açısı” benimsendiğinden mekana ait gözlem ve değerlendirmeler sözü edilen yerde yaşamak mecburiyetinde kalan zihniyetin öznelliğini yansıtır. Olayları bize anlatan kahraman, hapishane ortamının yüksek çözünürlüklü net bir fotoğrafını çekerken, adaletin ve kanun kitaplarının bu fotoğrafın neresinde olduğunu adeta gözümüze sokarcasına betimler:
“Bizim cezamızı çektiğimiz yere mapushane derler. Güya insanları ıslah için kapatırlar buraya. Aslında burası cehennemin yeryüzündeki küçük numunesidir. Bu alem semalarda değil, yer altında şafağı sökmeyen bir yerdir sanki. Orada güneşi doğmayan ormanların vahşi hayvan kanunları hakimdir… Kanunlar hiç sevilmeyen kitaplardır mapushanede. Hele Cezaevleri Nizamname’si, toz içinde raflarda durur.”
Korcan’ın eserlerini okurken, uzun bir şiir okuyormuşcasına bir hisse kapılırız zaman zaman. O çocukluk çağlarında, canı dayısına emanet, minicik bir kayıkta adeta ölümle dans ederek salındığı günden başlayarak içinde kopmaya başlayan fırtınaları; yirmili yaşlarında yazarak anlatmaya başlamış, toplumsal gerçekçi edebiyatımızda iz bırakarak 1990 yılında aramızdan ayrılmış, soğuk kanlı bir ter adamıdır. “İdamlıklar” isimli eserinde tasvir ettiği, rüzgarda salınan kavak ağacı mahkumların ümidini temsil eden bir imgedir. Ne var ki ağacın masmavi uçsuz bucaksız gökyüzü ile kucaklaştığı zirvesindeki yapraklar canlı canlı uçuşurken, hapishane avlusundaki gövdesi bir o kadar hareketsiz adeta ölü gibidir. Kerim Korcan’ı anlamak için hapishanenin içine giremeyiz elbette ama en azından romanlarını okurken gözlerimizi kapatıp, alakargadan başka kuşun konmadığı o kavak ağacının gölgesinde idamını bekleyen Boyabatlı Emin ve Ayancaklı Ömer’in yanına konumlandırabiliriz kendimizi. Gökyüzünün mavisini göremeyen ufukları kararmış bu adamların yanında Korcan’ın bir şiirinde hitap ettiği Tavaslı olarak yerimizi alabiliriz belki. Kimbilir belki bir anlığına şiirini kendi sesinden bile duyarız:
Ufuk kararıyoz Tavaslı / Bunun ardında kanlı bir yağmur var İlya / Deli Rüzgarlar / Döğmüş döğmüş gün boyu / Azdırmışsa ormanları / Bak bak vay anam be / Çamlıbel’den aşağı / Kocatöngel’den yukarı / Kurt uluması / Kuş sesi / Kurşun vınlaması ile…
Kaynaklar:
Dr. Ertan Erol, Kerim Korcan’ın Eserleri ve Edebiyatımızdaki (Ankara: Nobel Yayınları, 2011)
Fırat Işıkgil