Küçük küçük hüzünler birikirmiş meğer akşamları bu kahvede. Bundanmış adımlarımın soğuk soğuk koşması. Onu görürüm, ona yetişirim umuduyla öyle koştum ki, çakıl taşlı yol battı yazdan kalma ayaklarıma. Belki de artık yoktur, diye düşünmeye başladım, geri dönmek istedim. Umutsuz bir duygu oraya vardığımda sarmasın diye beni. Diğer yanımda ise biriken umut, hızlıca bastırmaya başladı bu hissi. İhtimallerle doluyum yine. Derin bir nefes alıp yoluma devam ettim. Garip bir his sarmaya başladı içimi. Heyecanla harmanlanmış sanki. Nasıl anlatılır? Arabanın bir anda zıplar gibi olması mesela. Öyle bir sezgi ki bu; tüm acıların sebebi kahvenin kapısına yönelen bulutların rengiymiş gibi bir sezgi. Ufak bir dokunuşla açılıp saçılıyor kahvenin kapısı. Kapıyı itip içeri girdim. İçeri girdim ki görsün beni. Kahvenin bir köşesinden seslensin istedim. “ Şu zavallıya benden çay.” Hüzünleri görür gibi bir hali varmış onun. Okudukça kanaat getirdim buna. O sebepten buradayım. Belki benimde artık gitmek isteyen ama kalmaktan başka çaresi olmayan hüzünlerimi görür. O anlar konuştuğu kişinin halinden. Beni de anlasın, hala burada olsun istiyorum. Oturmuş olsun iskemleye, kasımpatılara dalgın dalgın bakarken yakalayayım onu. Gidip dalgınlığına dokunayım. Bende anlarım onu. Bir utanç gördü mü, onun meraklanması gibi. Eğer beni görürse dayak yiyen bütün çocukları beraber kurtarırız umuduylayım. Hepimiz hırpalanıyoruz bir arayış içinde kaldıkça. Dayak yiyen binlerce çocuktan sadece bir kaçıyız. Ve zaman bizi doğurup büyüten oluyor. Canımızı anne şefkati ile yakıyor. Sadece bir bardak çay ısmarlamak gerek birbirimize belki de. Eğer Sait üçüncü çayını istemek için hala bekliyorsa, çocuğuna vuran her annenin önüne geçeriz. Zamanın çocukları bir kahvede tanışmış ve yolunu bulmuş olur böylece. Diğer tüm çocuklar mutlu oldukça bizde birbirimize bakar ve “şu zavallıya benden çay.” deriz ve de gülüşürüz belki. Çevremizde ki moruklara da bakarız beraber. Bu sefer hiçbiri surat asmıyordur. Hiçbir hareket onların memnuniyetsizliğini arttırmayacaktır belki de bu sefer. Karlı yüzü ile sobanın yanında ki sandalyeye çöken bir genç olmaz mesela. Bu genç kahvenin dışındaki karla kaplı sokakta yürüyor olur belki de kız kardeşi ile.
Tozlu bir kahverengi karşılıyor beni içeride. Etrafta ise soğuk rüzgâr sesi var. Kahve konuşuyor gibi. Hoş geldin, diyor sanki. Etrafa bakınıyorum onun oturduğu iskemleyi bulmalıyım. Bomboş kahveyi görmemek için aranıyor gözlerim. Bir şeyler var ki çevremi görmemi zorlaştırıyor. Bir bulanıklık gibi tozla karışık bir bulanıklık gibi. Karlı ve mavi kasımpatıların sokak lambasından yansıyan ışığı aydınlatıyormuş içeriyi, gelen tek ışık buymuş meğer. Kahvenin ışıklarının yanmayışına böylece alışıyor gözlerim.
Bu bulanık aydınlık tıpkı Sait Faik ile kahvecinin istediği gibi. Aramaktan vazgeçip duruyorum. Çivili bir duvara bakıyorum sadece. Çünkü ne Sait faik var kahvede ne de sobanın yanında durup üzerindeki karların erimesini bekleyen genç bir delikanlı. Kahvecide yoktu etrafta. İçerisi bomboş bir sessizlik. Anlamsızca baktığım duvarda bir şey vardı. Ne olduğunu anlamak için yakınlaşmaya başladım. Kıyafet gibi bir şey asılmıştı duvara. Sarı gibi ve griye benzer rengi ve ipleri vardı. Anlamsızca ortaya çıkan bir tebessüm sardı yüzümü. Sanki çözülemeyen bir sırrı çözmüşüm gibi. Bomboş kahvede sadece duvara çakılmış bir çivi ve çiviye asılmış bir önlük vardı. Tebessümüm söndü bu sefer. Ne yapmam gerektiğimin karışıklığında tozlu önlüğe dokundum. Demek ki sonunda çıkarabilmiş kahveci önlüğünü!