Hiç düşündün mü, Hezarfen Galata’nın merdivenlerini tırmanırken nasıl hissediyordu? Neler düşünüyordu kim bilir. Kalbi yerinden çıkacak kadar heyecanlıydı belki de. Halbuki hesabını kitabını yapmıştı öncesinde. Defalarda zihninde canlandırmıştı Galata’dan süzüldüğü anı. Gelgelelim o işler öyle zihninde canlandırmayla olmuyordu. Çünkü Hezarfen daha önce hiçbir insanın cesaret edemediğine cesaret etmişti: uçmaya.
Belki de binlerce kez izlemişti; kuşların gökyüzünde nasıl süzüldüklerini, dans ettiklerini, rüzgarı kanatlarının ardına aldıkça nasıl yükseldiklerini… Sanki Hezarfen’e nispet yaparcasına “Hey sen! Bizler gibi uçmak için kanatlara sahip misin!” der gibi attıkları çığlıkları dinlemişti. İnsan nasıl kıskanmaz böylesini. Yeryüzünü, hele de İstanbul gibi bir diyarın en güzel manzarasına onlar sahipti.
Zamanı gelince Hezarfen de taktı kanatlarını, aldı rüzgarı ardına lodoslu bir İstanbul sabahı. Onu gökyüzünde gören bunun bir büyü olduğunu sanırdı. Oysa bu Hezarfen’in içindeki tutkunun ta kendisiydi. Süzüldükçe hissetti; mesele uçmak değildi. Uçmak, İstanbul’un göğüne varmak için yalnızca bir araçtı. O rüyasına varmıştı. Düşmek mi? Aklının ucundan bile geçmiyordu. “Göğü arz eyleyen, düşmekten korkmamalıydı.” Gökyüzü sanki yıllardır bir insan bekliyormuş da Hezarfen’in hemen yere inmesine izin vermiyordu. Düşmek ne kelime! Birkaç kez yükseldiğini bile hissetmişti, inanır mısın? İnanmak zorundasın, uçmak için.
İstemekse tüm mesele onlar da istemişti İstanbul’un göğüne varmayı. Uçmak için gerekli kelimeler her neyse ikisi de bir bir yerleştirmişlerdi heybelerine. Yavaş yavaş tırmandılar Galata’nın merdivenlerini. Hezarfen ne hissediyorsa öyle hissediyorlardı, öyle atıyordu kalpleri. Zirveye vardıklarında bir de baktılar ki heybeleri boş. Heyecandan kelimeleri merdivenlere serpe serpe çıkmışlardı yukarı. Oysaki hep bu ana saklamışlardı onları. Kelimeler kanatlarıydı onlar olmadan uçamazlardı.
Bir süre öylece bakakaldılar İstanbul’un göğüne. Kuşların zamanında Hezarfen’e yaptıkları gövde gösterilerini şimdi onlar izliyordu. O kelimeler bugün dökülmezse dudaklarından İstanbul’un göğü onlar için hep seyirlik kalacaktı. “Uzun uzun sustular sözün kıyılarında.” Sustukça duydular aslında birbirlerini. Sustukça daha da yükseldi kalp ritimleri. Sussak da duyabiliyorsak birbirimizi kelimeler olmadan da uçabiliriz diye düşündü daha cesur olanı. Tam da o cesaretle tuttu diğerinin elini, daha yakından hissedebilsin diye kendi kalbine götürdü. Bu ritme heybelerinde hiçbir kelimenin kalmaması olağandı. Hangi kelime anlatabilirdi ki bu şiddeti. Onun kalbine dokunduğu an hissetti diğeri, artık gökyüzündelerdi. Gözleri birbirine değdikçe yükseldiler, yoruldukça güç verdiler birbirlerine.Yere indiklerinde Hezarfen gibi sürgüne gideceklerini ikisi de biliyordu. Biri ülkenin en doğusuna diğeri en batısına sürülecekti. Yine de öyle bir andı ki bu; ikisinin de zihnine kazılacak, ayrı kaldıkları her gün andıkça ruhlarını ferahlatacak. Bu yüzden kalabildikleri kadar kaldılar gökyüzünde ve uçabildikleri kadar uçtular Dersaadet’in mavisine…