Sakin sakin otururken birdenbire fırladı yerinden. Şaşkınlığıma aldırmadan konuşmaya başladı. Gözünü pencereden dışarı dikmişti, bana bakmadan bir bir sıralıyordu zihnindekileri, araya girmeme fırsat vermedi, ben de bölmeye cesaret edemedim;
“Yatak, kanepe olmayacak benim evimde, kendi ellerimle pencere denizliklerine uzanan bir sedir yapıp, uzun oturacağım, oturduğum zaman ayaklarım yere değmeyecek, kimse benimle evlenmeyecek bu yüzden, yemek masası da olmayacak, yerde yiyip, yerde içeceğim, yere uzanıp oradan sevişeceğim İtalyan sevgilimle ateşin başında, kalorifer de olmayacak, istediğim zaman ben yakacağım sobamı, istemezsem tir tir titreyeceğim, ama ben istediğim için olacak hepsi…”
Kısa bir an durduktan sonra hışımla bana dönüp bağırmaya başladı, boğazındaki damarlar iyice şişmişti;
“Bir bak! Etrafına bir bak, ne biçim evlerde oturuyoruz biz Allah aşkına! Göt kadar desen, götüm bile sığmıyor bu eve. Üst üste konulmuş kutularda yaşıyoruz. Üstündeki kutuda kim var? Onu bile bilmiyorsun. Sadece gürültüsünü çekiyorsun, yüzünü bile bilmediğin insanların. Etrafına bir bak, sokağa, evinin içine! Ne yapıyoruz biz? Nasıl yaşıyoruz böyle? Kendimizi kaybetmişiz, hiç mi hayalimiz kalmadı bizim? Niye gidemiyoruz hayallerimizin peşinden? Nedir bizi tutan? Geçim sıkıntısı mı? Parasız yaşanabildiğini, üstelik de sıkıntı çekmeden yaşanabildiğini en iyi sen biliyorsun.”
O kadar haklıydı ki; başımla onaylamaktan başka bir tepki vermeme olanak yoktu, konuşmasına devam ettikçe başlardaki hiddeti sönmeye yüz tuttu, karşıma oturup ara vermeden devam etti;
“Gideceğim buradan. Kendime bir ev yapacağım, aynı demin anlattığım gibi olacak salonu. Deniz kenarında, arkası orman olacak evin, öyle küçücük falan da değil, girişi Ege’de bir sahil kasabasında, arka kapısı Yunan adalarından birinde olacak. İstediğim zaman istediğim ülkede olabileceğim. Benim evim birleştirecek bizi ayıran denizi. Hem dostlarım olacak, hem de yalnız olacağım. Bir tek simsiyah kıvırcık uzun saçlı, güzel bacaklı İtalyan sevgilim olacak yanımda. Ara sıra Rum meyhaneci Vasil’e gidip, ellerini kirli önlüğüne silip kurulamasını izleyeceğiz. Kilolarından, bacağındaki siyatikten ya da denizlerdeki koli basilden şikâyet etmesini dinleyeceğiz anladığımızı gösteren surat ifadelerimizle.
Vasil, zamanında İstanbul’da yaşamış. Malum Eylül sıkıntısı gitme zamanının geldiğini anlamasına yol açmış. Ama karşı kıyıya da gitmek istememiş, bizim kasabamızın yerini o icat etmiş. En önce kendi yerleşmiş kimseler yokken. Böylece kimseler kovamamış onu, malına mülküne el koymaya kalkamamış. İsim de vermemiş kasabasına, Ege’de bir sahil kasabası dendiği zaman Vasil’in kasabası gelirmiş akıllara. İnsanlar malını mülkünü bırakıp, akın akın gelmezden evvel bir meyhane açmış. Yıllarca kendi kendine servis yapmış. Her gün ve her gece rakı içmiş. Şimdi etrafındaki insanların gerçek mi, yoksa esrimekten yıpranmış beyninin hayal ürünü mü bilemiyor. Biz en yeni dostlarıyız Vasil’in.
Araba kullanmak yasak bizim şehrimizde. Vasil yasaklamış zamanında. Biliyormuş çünkü bu meret girdiği yeri berbat ediyor, insanlık bırakmıyor vicdanlarda. Zaten öyle arabaya ihtiyaç duyulan bir yer de değil. İhtiyacın olan ne varsa elinin altında. Kasabaya yerleşen herkese bir bisiklet hediye ediliyor. Her yere yürüyerek gitmenin tadını almaya başlamadan önce bisiklet bir geçiş süreci yaşatıyormuş. Bisikleti reddedenler çabuk sıkılıyormuş. Etraflarındaki güzellikleri yokluk olarak nitelendirip kaçıyorlarmış eski bozuk şehirlerine.
Geçim derdimiz yok. Çünkü kasabamızda insanlar; birilerine yaşamak için ihtiyacı olmayan nesneleri satarak geçim edinmeye çalışmıyor. Herkes birbirini var etmek için yaşıyor. Pazar günleri de elinde avucunda ne varsa kasaba meydanına getirip bırakıyorlar. Vasil’in gözetiminde kimin neye ihtiyacı varsa oradan alıyor. Paraya ihtiyaç yok. Herkesin bir yeteneği var. İhtiyaç duyulan bütün mal ve hizmeti biz üretiyoruz. Ben mesela odun kesiyorum her gün. Benim işim bu. Bu işten para kazanmıyorum. Kasaba halkı benim odunlarımla ısınıyor, yemek yapıyor, yıkanıyor, çay içiyor. Odunlarımı pazar yerine götürüp bırakıyorum. Ekmekçi Filiz abladan ekmeğimizi alıyorum. Vasil’in 1789’da mahzene kilitlediği şaraplardan alıyorum. Bahçıvan Ahmet’in salatalıkları kapış kapış gidiyor. Erken gitmezsen aradıkların kalmıyor genelde, ama olsun kıtlık yok burada. Maral’ın börekleri var, bir hafta yeter bize.
Kazım Çavuş, geceleri bekçilik yapıyor bize. İnsanlardan değil, yabandan koruyor bizi Kazım Çavuş. Aç bilaç kasabaya inen kurtların, ayıların karnını doyurup geri gönderiyor geldikleri yere. Ya da belki yabanı bizden koruyordur. Birikim yapıp geleceğimizi garanti altına almak gibi derdimiz yok. Ortada para olmadığı için böyle bir derdimiz de yok. Kimse kimsenin malını, parasını kendi tarafına çekmek gibi bir gayret içerisinde değil.
Çocuklar herkesin çocukları. Anne baba yok gibi neredeyse. Herkes amca, herkes teyze. Çocuk istediği evde konaklıyor. Herkes onlara gözü gibi bakıyor. Böyle olunca çocuk da annesinin babasının huylarını kopya edip, onların deliliğini devam ettiremiyor. Kasabada ahalisinin karışık bir kopyası oluyor çocuklar. Yemek yiyişi Kemancı Hrant’ı andırıyor. Uzun İhsan gibi yürüyor omuzlarını geri atarak, göğsü önde. Saçlarını terzi Katrin gibi tarıyor.
Mezarlık da yok bizim kasabada mesela. Öyle en güzel yerlerimizi ölülere ayırmıyoruz. Ölüler hatıralarda yaşamaya devam ediyor. Dağlarda yaptırdığımız kulelere bırakıyoruz ölülerimizi. Doğa istediği gibi yeniyor ölümü. Ölüm etrafımızda kol gezmiyor böylece.
Can sıkıntısı diye bir kelime bile yok. Görevin var çünkü. Yaptığın iş her neyse sadece senin değil, bütün kasabanın ihtiyacını karşılıyor. Sorumlulukların canının sıkılmasına engel. Tek derdin akşam evine dönüp sevgilinin göğsünde huzur bulmak. Onun ıslak dudaklarında dinlenmek. Aşk ile yapıyorsun işini bu yüzden, akşama kadar aşkla çalışıyorsun. Mesele yaptığın işi sevmekte değil çünkü sevdiğin kadına kavuşmayı hak etmekte. Yarın çok yorucu bir gün olacak diye bugünü dinlenerek geçirmek, erken yatmak gibi bir saçmalık yok orada. Hayat o kadar değerli ki her anını doya doya yaşamaya çalışıyorsun.”
Bir süreliğine susunca, içimdeki heyecanı daha fazla dizginleyemedim, hışımla ayağa kalkıp “Haydi! Gidiyoruz!” dedim.
Şaşkın bakma sırası ondaydı bu sefer. “Nereye?” diye sordu. “Vasil’in kasabasına. Vasil olmaya. Hepimiz Vasil’iz. Haydi! Kendimi daha fazla çürütmeyeceğim bu kutuda.”
Acı acı gülümsedi, heyecanla anlattığı hikâyesine kendi bile inanmamıştı. Yine de kalktı. Portmantodan paltolarımızı alıp çıktık, güneşin battığı yere doğru.