Karanlık bir gecede ellerinde fenerle yürüyor iki kişi. Biraz sonra gök gürlüyor ve şiddetli bir yağmur başlıyor. Az ilerdeki bir sundurmanın altına sığınıyorlar. Yağmur damlalarının çıkardığı sesten başka çıt yok. Dalgın ve düşünceli olan bölüyor aniden sessizliği, konuşmaya başlıyor ve soruyor yanındakine: “Hayat nedir?”
Bakışlarını yerden kaldırıyor alnı çizgili, avurtları çökük ve elleri nasırlı olan. “Hayat sağanak halinde üzerimize üzerimize yağan şu yağmurdur. Bu sundurmanın altına gelene kadar ki yürümek zorunda olduğumuz şu yoldur hayat. Islanmaktır hayat ve yorulmaktır. Görünmez parmaklıklarla etrafımızı kuşatan ve bizi esir eden, üzerimize çöken gecedir hayat. Yüreğine korku salan, aklını başından alan bir düşmanı andıran şu korkunç yıldırımdır hayat. Yürürken elbisene sıçrayan, yıkadığında çıkmayan bir lekedir hayat.”
“Bence gecenin ardında sırasını bekleyen gündüzdür hayat.” dedi soruyu soran. “Yeryüzünü canlandıran, çiçekleri açtıran, kirleri yıkayan şu damlalardır. Elimde tuttuğum şu fenerin aydınlığıdır hayat. Kalbe ferahlık veren toprak kokusu, içine çektiğin nefestir hayat. Yağmur dinene dek beklemek ve sürekli düşlemektir hayat.”
Derken yağmur dindi. İki çift göz karanlığı yaran bir ışığı takip ederek evlerine gitti.
Sahi neydi hayat? Oynanması gereken bir oyundan mı ibaretti, yoksa yerine getirilmesi gereken bir vazife miydi? Bir yarış mıydı kuralları olan, yoksa bir varış mı menzili bulunan?
Arayış mıydı hayat kaybedilenleri, yoksa kaybetmemek mi sahip olduklarını? Uçsuz bucaksız bir karanlık mı, yoksa nihayetsiz bir aydınlık mı? Beğenmeyince üzerinden çekip çıkardığın bir elbise miydi hayat, yoksa izi kalan bir bıçak yarası mı? Bakmak mıydı hayat, yoksa görmek mi? Susmak mı, konuşmak mı? Yapmak mı, yapmamak mı?
Vakit geceydi, hayat iki hece, bir bilmeceydi. İyi de bu bilmecenin cevabı neydi?