Uzun ve geniş caddede zincirlerinden boşanmış uğultulu kalabalığın içinde durmuş uzaktan onu seyrediyorum. Sırtını bankanın camekanına dayamış, önüne koyduğu bisküvi kutusunun içindekileri inanılmaz bir sakinlikle özenle istifliyor. Sekiz yaşında ya var ya yok.
Üzerindeki iki beden bol rengarenkdesenli kazağıtiftiklenmiş. Dizlerini kırıp çıplak ayaklarını altına almış, iki numara büyük terliği çıktı çıkacak ayağından. İpil ipil gözleriyle bir dedektif titizliğiyle etrafı tararken iki elini ağzına götürüp hohluyor ikide bir. Üşümüş belliki.Bakınca öyle içim onun elleri gibi titremeye başlıyor.
Bir tane bile mendil alan yok. Kutu dolu. Geleceğini kutunun içinde arıyor gibi. Beklerken akan burnunu koluyla siliyor ikide bir. Yazıklanıyorum. Burada ne işi var? Yaşıtlarıyla oynamak varken! Neden çarşıya gittiğimi bile unutuyorumonu öyle görünce.Karnı da açtır şimdi. Bir cesaret bulsam, önündeki kutunun içindekilerin hepsini satın alsam mesela. Sonra koşa koşa gitse arkadaşlarının yanına. Güle oynaya. Ama çekiniyorum, gidemiyorum.İşin tuhafı bir şey de söyleyemiyorum. İnsan tanımadığı birine ne söylesin?
Derken bir düdük sesi geliyor uzaktan. Vapur düdüğü olamaz, daha erken kalkışa. Tam bir cesaret bulup ona doğru adım atacaktım ki,çocuğun ürkekliği beni de ürkütüyor.Yavaş yavaş dizlerinin üstünde doğruluyor, eli kutuda. Genç bir kızın uzattığı parayı alamadan eli havada kalıyor. Öylece havada kalan eline bakıyorum. Nasırlaşmış. Hareketli iki gölge kalabalığı yara yara ilerliyor,çocuğunki kısalırken. Peki şimdi durup dururken bunlar neyin nesiydi? “Ne oluyor?” diyecektim ki, vazgeçiyorum yine. Kutuyu iki eliyle kavrayıp nereye gideceğini hesaplarken çocuksu endişe zamanı sündürüyor. Göbeğini hoplata hoplatabir gölge yaklaşıyor hedefine doğru. Arkasında onu takip eden başka bir gölge. Öndekine yetişme derdinde. Şapkaları, başına yük ikisinin de.
Birden doğrulup iki eliyle sıkı sıkı kavradığı karton kutuyu kucaklayıp koşmaya başlıyor.İki numara büyük terlikler ayağından çıktı çıkacak. Bir çocuk durup dururken neden koşsun? Koşuyor. Koşuyor. Göbekli peşinde, düştü düşecek çocuk. Hızlı. Daha hızlı koşmalı. Ben demi koşsam? Önüne mi geçsem? Olmaz, cesaretim yok ya benim. Dönsem gerisin geriye, desem, “bırakın çocuğu buna mı kaldınız?” Dikiyorum bakışlarımı, göbeklide bakıyor yüzüme pek tuhaf! Kalabalığın açlığı boğarken bu sokakları kim dinler ki beni?
Koşturuyorlar nefes nefese. Rüyasız geleceğin gölgesinde sıkışmış çocuğu mu yoksa mendilleri mi önce yakalayacaklar belli değil. Daha çok değerli olduğundan mendillereseğirtiyorlar önce. Burnundan sert nefesler savurarak “Sana bedel ödeteceğim” der gibi bakıyor göbekli. Heyecandan ne yapacağını bilemiyor çocuk önce. Çatılmış kaşların arasındaki kararlı çizgiden anlıyorum vazgeçmeyeceklerini. Sadece iki zabıta zavallı bir çocuğu kovalamıyor, insanlığın zulmü bir olmuş dörtnala peşinden koşturuyor. Mecalsiz bacaklarının ne kadar dayanacağını bilmeden koşuyor, herkes olan biteni meraklı gözlerle izlerken. Yaşlı bir kadın “Ayol bırakın çocuğun peşini, bula bula bunu mu buldunuz?” diye söylenerek uzaklaşıyor. Neyse ki insan evlatları vardı.Öfkem vicdan azabına karışmış yüksek sesli bir ağlama hissine tutuluyorum.
Koşuyor koşuyor. Sonra parke taşlarına takılıp kapaklanıyor yere. Dört bir yana saçılıyor hepsi. Ağlamaklı. Mendilleri bırakıp kendi derdine düşüyor. Ensesine bindi binecekler. Yetişiyorlar nefes nefese. Mendillere. Tek tek toplayıp dolduruyorlar ellerindeki siyah battal boy çöp poşetine. Götürüyorlar. Çocuk yakalayamayacakları mesafede bekliyor. Yakalanmıyor mendil gibi. Göbeklinin tiz sesi çınlıyor sonra. Kızdırılmış deli gibi bağırıyor mendilleri doldururken“Demedim mi ben sana, bir daha görmeyeceğim diye”. Sesinden tellere konmuş güvercinler uçuşuyor. Bir film sahnesini izler gibi izliyorum olan biteni. “İyide çocuğun peşinden böyle hırsız gibi koşturulur mu” diye itiraz edecek oluyorum. Buranın adaleti bu mu? Yem bulmuş karınca gibi toplanan insanların arasında boğuluyor sesim.
Ben bunları düşünürken “Mendiller,” diyor titreyen sesiyle “mendillerim gitti!” Yutkunuyor, yutkunuyor. Farkındaydım olan bitenin. Yine de duramıyorum. Öylece yerde büzüşmüş iki büklüm beklerken. Gidip elinden tutsam, silsem gözyaşını.
O zaman anlıyorum ki, benim cesaretim yok. Olsa da titreyen bir yüreğin içinden çıkaramıyorum bir türlü.İşte o an kalabalık kırık cam gibi iyice batmaya başlıyor.
Göbekli,torbaya doldurduğu mendilleri ilerde bekleyen arabaya taşıyor. Tehlike biraz olsun geçiyor. Yanına yaklaşıyorum çocuğun.Ürkek kaplumbağa gibi başını kaldırır kaldırmaz tam da o anda görüyorum güneş yanığı yüzünde parlayan bembeyaz dişlerini. Bakar bakmaz. Göz göze gelince burnunu derin derin çekip bakışlarınıkaçırıyor.Çorapsız ayakları terlikten taşmış. “Beni de götürecekler mi?” derken sesiçatallaşıyor. Ah be çocuk…“Yok,” diyorum “seni götürmezler!” Nasibine düşen bu şefkat kırıntısıyla avunup susuyor sonra. Yaşlı bir adam sarsak adımlarla yanımızdan geçerken başını döndürüp “Yahuu!” diyor “onlarda görevini yapıyor, yoksa sokaklarda it kopuk…”“Abla,” diyor işaret parmağını tırnak etini dişleriyle koparırken “ben şimdi babama ne diyeceğim?” Bir bilsem diye geçiriyorum içimden. Susuyorum.
Zabıtalar gidiyor sonra.Şimdi de mühürlenmiş vicdanların koyu gölgelerine kalıyor cadde.Aralarından belli belirsiz seçiyorum. Mazgala takılıp kalmış paketi.Ezilmiş ama kurtulmuş.Çocuk durmadan akan burnunu koluna siliyor. Paketi açıp iki tane çıkarıyorum. Birini ona uzatırken diğerinin çoktan ıslandığını görüyorum.